Dile kolay, 30 senedir Ömer Ahunbay’ın cingıllarını dinliyoruz. Ve yine dile kolay, Ömer Ahunbay 30 senedir, bir öncekinden daha iyi ve farklı olma iddiası taşıyan reklam müzikleri yaratıyor. Dolayısıyla yaratıcılığın izini sürmek için doğru adreste olduğumuza dair en ufak bir şüphe yok aklımızda. Mesleği ve içindeki yaratıcılığı kavramaya Ahunbay’ın çıkış noktasıyla başlıyoruz; “bu iş bir sanat değil, bir zanaat”.
Uzun süredir Bilgi Üniversitesi’nde cingıl yazımı dersi verdiğinizi biliyorum. Öğrencilerinize cingılla ilgili söylediğiniz ilk sözler neler oluyor?
Reklam müziği besteciliği ve yapımcılığı, müzik sanatı hakkında çok geniş kapsamlı bilgiye sahip olmayı gerektirir. Aynı zamanda da, ısmarlama müzik yapabilme yetisine sahip olan insanlar için geçerli olan bir meslek dalıdır. Ben sanatçılığı öldürdüğünü düşünmüyorum ama “kendi sanatımı yapmak istiyorum” diyen insanlar için çok fazla tavsiye edilebilecek bir meslek değil. Dolayısıyla dakika 1 gol 1, çocuklara şunu söylüyorum, arkadaşlar bu bir sanat değil, bu bir zanaat.
Müzik dediğiniz, ucu bucağı belli olmayan bir sanat dalı. Sadece sanatçı olmak ve müzik bilmek yetmiyor. Müziği -tıpkı ses mühendisliği gibi- tüm detaylarıyla ve müzik teknolojileriyle bilmek gerekiyor. Ve çok yoğun bir şekilde geçmişe, bugüne ve gelecekte neler olabileceğine dair öngörülere de sahip olabileceğiniz bir araştırma gerekiyor. Ben halen öğrenciyim diyorum. 30 senedir bu işi yapıyorum ama 30 seneden beri, dünü, bugünü ve yarın neler olabileceğini sürekli araştırmak ve analiz etmek zorundayım. Bizdeki perspektif çok geniş olduğu ve yaptığınız şeyi her defasında daha iyi yapmak zorunda olduğunuz için çok araştırmacı beyinlere ihtiyaç var.
Bir müzisyen neden cingıl yapmak ister? Bu çeşitlilik mi cazip gelen?
Benim için öyle. Bir pazar günüyse ve ben hiçbir şey yapmıyorsam, kendimi çok rahatsız hissediyorum. Tatildeysem, üçüncü gün itibarıyla “Eee” demeye başlıyorum. Son 20 seneden beri stüdyomu yanımda taşıyorum.
Bu işin ısmarlama mantığa dayandığını, bu yüzden parayı verenin düdüğünü çaldığını söylüyorsunuz. Reklam mı film mi, hangisinde özgürlük alanınız daha fazla?
Film var, size daha fazla özgürlük alanı tanıyor; film var, reklamdan beter. O durum ülkemizde çok değişken. Gerek reklam gerek film olsun, hiçbiri bizim zihnimizde canlandırıp hayata geçirdiğimiz müzik eserinin birebir sahibi olduğumuz anlamına gelmiyor. Çünkü bu ortaklaşa yapılan bir proje. Bir filmin senaryosu ve bir yönetmeni var. Telif hakları anlamında da bu üç ekibin hakları var. Bu ekip, o hikâye için en uygun olduğunu düşündüğü dünyayı yaratabilmek için bir arada. Aynı şey reklam için de geçerli. Biz kendimiz için reklam müziği yapmıyoruz, ki kendimiz için yaptığımız müziklerin de reklamda kullanıldığı çoktur. Yüzde 100 yaratıcılık (full creativity) değil bu.
Biz kendimiz için reklam müziği yapmıyoruz, ki kendimiz için yaptığımız müziklerin de reklamda kullanıldığı çoktur.
Kendi grubumla müzik yapıyorsam, kimse umurumda olmaz, beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez. Ama biz burada bir şeyi beğendirmek mecburiyetindeyiz. Kime beğendireceğiz? İzleyenin, o filmdeki ya da reklam cingılındaki algısı ne? Onun için marketing bilmek ve bulunduğumuz ülkeyi çok iyi tanımak gerekiyor. Biz burada Ortadoğu’ya, Avrupa’ya, Güney Amerika’ya da işler yapıyoruz. Yaptığımız işin yüzde 10’luk bölümü öyle. Özellikle yurtdışı işlerinde, orada ne oluyor diye gittiğimiz de olmuştur.
İşin beğenildiğini, kabul gördüğünü nasıl anlarsınız? Sokakta insanlardan duymak mı, dillere pelesenk olması mı vs.?
Günümüz marketing gerçekleriyle, bundan 10-15 yıl önceki gerçekler farklı. O zaman daha artistik çalışabilme imkânına sahiptik. Şimdi ise marketing dünyası bambaşka bir boyutta. Matematiksel data her daim var. Sosyal medyadan çok hızlı dönüşler alıyoruz. Ancak şöyle de bir gerçek var; başladığımız günden bugüne, Türkiye reklamcılığının aldığı boyut, reklamcılık ekonomisinin gelişmesi ve doğal olarak reklam müziklerinin sayısının artması, doğal olarak şu sonucu getirdi: Ne kadar frekans o kadar akılda kalıcı müzik. Frekansınız varsa, yaptığınız melodi, tema falan hakikaten bir yerde önemini kaybediyor. Tabii ki önemli ama çok güzel bir şey yapıp sadece 15 gün yayında kalıyorsanız, akılda kalıcılık, dillere pelesenk olma falan önemini kaybediyor.
Bunun formülleri de var tabii. Müzik bilgisi dahilinde, bu akılda kalır dedirten formüller var. Ben o formülleri çok sevmiyorum. Hangi gamların, hangi harmonilerin, hangi duygulara ne şekilde hitap ettiği zaten matematiksel olarak ortada. Bunu da Amerikan filmlerini izlediğiniz zaman açıkça görürsünüz, hep aynı şeyi çalarlar. Ancak sound artistliği denilen bir şey var. Bu da işin güzel tarafı. Ürettiğiniz müzik eserinde yer alan seslerin ayrıca sevilirliği ve nasıl bir duyguyu yansıtacağı gibi bir dünyadan bahsediyoruz. İşte bu yetenek işi.
İnternette hakkınızda yazılmış bir yorum dikkatimi çekti. Şöyle diyordu; “Meraklısı, bir reklamı izlerken ‘aha, bu Ahunbay tayfasının müziği yahu’ der”. Bu mümkün mü hakikaten?
Bir yerde evet bir yerde hayır. Ben bu hayata ortağım Hakan Özer’le başladım. Bu işin ilk 10 yılında sadece ikimiz vardık ve doğal olarak ikimizden çıkan şey belli. Gerek iş yoğunluğundan gerekse bu sebepten –kendini tekrar etme ve yaptığın işin renginin birbirine çok benzemesi– ekibi büyütme yoluna gittik. Her sene 1-2 eleman almaya başladık. Stajyerler aldık, eğittik, beğendiklerimizi burada tuttuk.
Burada birinin sektöre iş yapar hale gelme süresi 24 aydır. Çok sıkı bir eğitim vardır bizde. Doğal olarak bizim kalıplarımızdan geçiyor. Biz bestecinin yetenekleri üzerinde manipülasyon yapmak zorunda kalıyoruz. Hiç karışmadığımız durumlar da oluyor tabii. Ancak halihazırda yüzde 75 oranında bizim dahiliyetimiz var. Tabii artık bizimkisi manyaklık haline gelmiş durumda. Dükkandan çıkan her işi, mastering safhasına kadar dinlerim. Gece saat 03:00 de olsa 05:00 de olsa dinlerim. Aklıma takılan bir şey varsa o saatte arar söylerim. Arkadaşlarım da bu duruma saygı gösterir ve değişikliği yaparlar.
Bu işin A-B-C’sini anlatıyorsunuz ama her sektörde oyunun kurallarını bozan, standarttan sapan işler, kişiler görüyoruz. Bu alanın da asi çocukları var mı?
Bizim bütün arayışımız da bu. Bana son beş sene içinde yaptığım bir işin tekrarı mantığında gelen her projede deliye dönüyorum. Aslında son 15 sene içinde Nil Karaibrahimgil’den başka bir game-changer tanımıyorum. Geri kalanlar daha önce gördüğümüz şeyler. Ama Nil Karaibrahimgil kendine has bir dünya ve çok başarılı. Tabii onun da değişmesi gerekiyor ve bu konuda çaba gösterdiğini biliyorum.
Bu sektörün içindeki herkes birbirini tanır. Herkes, diğer sektörlerde olmadığı kadar arkadaştır.
Dünyaya baktığımızda ise çok iyi örnekler var. Kuzey Amerika’da bu işler çok dağınık yapılıyor, senede yine 100-150 tane iyi iş çıkar, Avrupa’da ise bunun sayısı 500-600’ü bulur. Türkiye’deki iyi iş ortalaması senede 10’u geçmez. Buna kendi yaptıklarımız dahil. Reklam projelerinin çoğu bir kopya olduğu için, ben bir kopyayı tekrar yapmayı işten kabul etmiyorum. Bir aralar senede 30-40 tane iyi iş olduğunu hatırlarım ama son beş senede, bu sayı 15’e çıkınca partiliyoruz.
Bu sektörün içindeki herkes birbirini tanır. Herkes, diğer sektörlerde olmadığı kadar arkadaştır. Yeni gelenlere kucak açarız. Birisinin işini beğendiğim zaman arar, tebrik ederim. Arkadaşlarım da aynı şeyi yapar. Bu, müzisyenlerin dayanışmasıdır. Çünkü şöyle bir şey var; bir iş iyiyse, iyidir. Bir Kristal Elma jürisindeyken, ilk kez iş yapan bir çocuğa, ne olur bu ödülü verelim diye yırtındığımı biliyorum ve o çocuğun şu anda piyasadaki en iyi cingılcılardan biri olduğunu gururla söylüyorum. Bu iş benim için para, pul, şirket falan değil. Ortaya nasıl bir fikir konulmuş, ona bakıyorum. Çünkü ben bu işin nasıl şartlar altında yapıldığını biliyorum. Nasıl bir marketing baskısı altında olduğunu, reklam kreatiflerinin neler istediğini… Bütün bunların içinde dahi ortaya iyi iş çıkıyorsa önemlidir.