Site icon MediaCat

Yaratıcılığın İzinde: İskender Paydaş

Yaratıcılığın İzinde: İskender Paydaş

“2000’li yılların müzikleri ileride 80’li yılların müzikleri olarak hatırlanacak. 80’li yılların müziklerinin çoğunun 60’lı yılların müzikleri zannedildiği gibi…” diyor ve “taklit etme” sözcüğünü cesur ve anlamlı bir yolculuğa çıkarıyor İskender Paydaş. Kendisiyle yaratıcılığın izini, kavramı vakfettiği problemli dünyalarda sürüyoruz.

Bir müzisyen olarak yaratıcılığı nasıl yorumluyor, nasıl ele alıyorsunuz?

Yaratıcılık bence ortak bir kavram, ancak yansımaları farklı olabiliyor. Bana göre yaratıcılık, problemlere çare bulmanın bir biçimi. İnsan doğasında fiziksel bir yaratım mümkün değil, ancak düşünsel yaratımların dışavurumu şeklinde davranabiliyoruz. Benim tecrübelerime göre yaratıcı insanlar, fiziksel dünyada rastladıkları problemleri fiziksel dünyada çözemedikleri zaman, hayal dünyalarında çözmenin bir biçimini buluyorlar. Ve sonrasında bunu bir şekilde fiziksel dünyaya çeviriyorlar. Müzik yapıyorlar, resim yapıyorlar, heykel yapıyorlar… Bu çeviriyi ne kadar zekâ dolu ve detaylı yapabiliyorlarsa, onlara o kadar yaratıcıdır diyoruz.

Yaratıcılık problemli dünyaların işidir. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin hemen akabinde Almanya’daydım. O dönemde Doğu ve Batı Almanya insanlarını davranışlarından tanımak çok mümkündü. Batı Alman bir bilgisayar şirketine bilgisayarınızı tamir ettirmek için gittiğinizde, adam katalogdan bakar ve gereği neyse bulur, takardı. Doğu Almanların çalıştıkları bir şirkete gittiğinizde ise adam ekstra bir parça bulmadan, yaratıcı bir takım numaralarla makineyi çalışır hale getirirdi. Çünkü o adam, problemlerle ve yokluklarla dolu anları yaratıcılığını kullanarak aşmış. Diğer tarafta ise böyle bir ihtiyaç yokmuş.

2000’li yıllar bu anlamda nasıl bir dönem sizce?

Bilişim çağına çok hızlı girilmesinden sonra işler değişti. Benim tanımlayabileceğimin ötesine geçti, 90’lı yıllarda doğan çocukların tanımlayabileceği bir noktaya geldi. Biz o konuda biraz antik kaldık. Ancak fark ettiğim şey şu oldu; problemli yerlerdeki yaratıcı kafalar, bu hızlı gelişimi çok iyi kullandı. Dünyanın tüm dengesi değişti. Bunu şimdiye kadar daha çok Asya ülkelerinde gördük, belki önümüzdeki dönemlerde Afrika ülkelerinde de anormal ilerlemeler göreceğiz.

Türkiye’de de problemli dönemler oluyor; ancak böyle bir yaratıcı dönüşüm yok ortada sanırım.

70’li yılların problemli Türkiye’sinde çok acayip sanatçılar çıktı. Onların değerini şimdi anlıyoruz. Selda Bağcan bu konuda çok iyi bir örnek. Çocukken dinlediğimizde çok eklektik, karmaşık ve sakil gelen şeyler şimdi çok enteresan geliyor. Keza Orhan Gencebay’ın yaptığı işler ne kafaymış!

Türkiye’de her şey korkular üzerinden gittiği için hep bir devlet – halk çatışması vardır. Bundan yaratıcılık çıkar ama sürekli savaşı da verilir. Kimse devlete ya da hükümete direkt olarak sövemez, ama onu “sevgili” yaptığınız zaman, istediğiniz kadar söversiniz, kimse de bir şey demez. Arabesk şarkılara bir de bu yönden bakın. Bu İran’da da vardır, yüzyıllardır süren bir Doğu kültürüdür. 500 – 600 yıldır gülle bülbül, devletle halktır.

Ancak şu da var, kendini pazarlayamamış ve ispatlayamamış inanılmaz insanlar olduğunu görüp hayrete düşüyorum. Bu anlamda Türkiye beni çok gururlandırıyor. 90’lı yılların umutsuz olduğunu düşündüğüm gençliğinin, umut veren bir tarafı olduğunu da görüyorum.

Türkiye’de müzik endüstrisi, standarttan sapıp daha cesur bir yaratıcılık sergileyenlere nasıl davranıyor?

Türkiye’de müzik endüstrisi yarınını düşünen bir endüstri, emlakçıya dönmüş durumda. İyi yanları da var, kötü yanları da… Eskiden müzik satmak; kasetler, CD’ler ve plaklarla mümkün olan bir şeydi. Bunun standart bir reklam biçimi vardı. Şimdi artık herkes ne dinleyeceğini kendi seçiyor, mağazaya gitmek yok. Reklamlara bile ayıracak vakitleri yok. Bu noktada müzisyenler için bireysel olarak, direkt insanlarla bağlantıya geçme imkânı da var. Ne kadar insana ulaşabileceğiniz, sesinizi ne kadar duyurabildiğiniz ve müziğinizin ne kadar iyi olduğuyla alakalı.

Müzik endüstrisi dediğimiz büyük müzik şirketleri ise çok aboneli YouTube kanalına ve Spotify hesabına sahip oluyor. Onlarla çalışarak, o havuza girme şansı elde ediyorsunuz. Emlakçıdan kastım bu. Plak şirketleri bir yüzde alıyorlar ama işin büyük kısmını –tanıtım dahil– bireysel olarak sanatçılar üstleniyor. Bu şekilde daha bağımsız davranma şansı oluyor ama bir plak şirketi sahibinin stüdyoya girip merhaba demesini ve baklava getirmesini de özlemedik değil! Şimdi hem müziği yapıyorsun hem pazarlıyorsun hem arkasında duruyorsun, üstüne de para harcıyorsun.

Sizce 2000’li yılların müzikleri ileride nasıl hatırlanacak?

2000’li yılların müzikleri ileride 80’li yılların müzikleri olarak hatırlanacak. 80’li yılların müziklerinin çoğunun 60’lı yılların müzikleri zannedildiği gibi… 60’lar, 70’ler ve hatta 80’ler her ne kadar eskiyi tekrarlasa da, popüler ve güncel sanatta yeniliklere açılıyordu ve üzerine bir şey koyuyordu. Fakat 90’larda karşımıza yalnızca jungle diye bir müzik türü çıktı, o da sampler aletlerinden tesadüfen bulunmuş bir şeydi. Çoğumuz jungle’ı yapıyorduk ama onu bir müzik haline getirmeyi düşünmüyorduk. İnovatif davranan, onu bir müzik haline getirdi. Bir de 2000’lerde dubstep diye bir müzik çıktı. Onun dışında yeni hiçbir şey yok.

Şimdi ne dinliyorsak, eskilerin taklidi. Çok iyi şarkılar ve besteler var. Pop müzikte besteciliğin matematiğini çözdüler ama nedense organik gelmiyor. Her şey çok düzenli, kusursuz ama Elton John’un yaptığı şarkı gibi değil. O ruh yok.

Pop müzik yaratıcılık anlamında Türkiye’de nasıl bir performans sergiliyor dersiniz?

Burada durum daha fena. Oysaki al bak, 70’lerde, 80’lerde ne yapılmış, oradan arakla. Bak bakalım, Selda Bağcan ne yapmış, o seslerden yürü. Nazan Öncel bunu güzel gündeme getirdi. Çok yeterli olmasa da Mabel Matiz, Manuş Baba gibi birkaç kişi de oradan yürüdü. Yani bu yoldan yürüyene ilgi var.
Barış Manço ne yaptı? Karacaoğlan gibi eski halk ozanlarının anonim türkülerine benzer şeyler yaptı. Oradaki formları kullandı. Neden yaptı? Çünkü o dönemde İngiltere’dekiler –Jethro Tull, Led Zeppelin– de eski halk ozanlarının şarkılarını yapıyorlardı. Barış Manço da bunu kendi ülkemde nasıl yaparım diye baktı ve karşılığını gördü. Buradan yürü, Barış Manço’yu taklit et, Kayahan’ı taklit et. Ben bunu öneriyorum, yapamıyorsan, önce taklit et, sonra kendi tarzını geliştir.

Müzikte zamansızlığı yakalamak konusunda neler düşünüyorsunuz?

Yıllar önce elime bir kitap geçmişti, Piyes Yazma Sanatı diye. Bir anda dünyam açılmıştı. O kullanım kılavuzuyla, Matrix’e 10 defa gidip ders gibi çalışmıştım. Bir gün Kayahan’la konuşuyordum, bana söz yazarken izlediği yolun sırrını vermişti. Ana fikri başlığa yazıyorsun, şarkının ismi ana fikrin oluyor. Buradan sonra son satırı da, herhangi başka bir satırı da alıp ilk satırın altına koysan kavram atlamayacak. O ikisi sana yetecek ve ısrarla senin ana fikrini söyleyecek. Her ne kadar bir hikâye anlatsan da zamansızsın, en başa dönebiliyorsun, karakter sıçraması yok. Tolstoy’da da, Mozart’ta da, Beethoven’da da aynı şey var. Ben kendi bestelerimde de, aranjmanlarımda da bunu yapmaya çalışıyorum.

Exit mobile version