Bugünlerde yeni filminin senaryosuyla haşır neşir olan Gupse Özay’la mesleğinin yaratıcı süreçlerindeki varlığını, pozisyonlarını; neye güldüğümüzü ve neye gülmeye ihtiyaç duyduğumuzu; yeni nesil komedinin inceliklerini konuştuk.
Aslında mizah başlı başına bir duyarlılık; ancak yine de felaket haberiyle çevrili böyle bir toplumsal tabloda mizahçıların işi daha da zorlaşıyor. İnsanların güldükleri şeyler değişiyor mu; neler gözlemliyorsunuz?
Toplum, bu denli stresli olduğu dönemlerde her şeye gülmek istiyor. Zaten böyle bir ihtiyaç da var. Ama dediğin gibi işin rengi biraz değişti. Türkiye’de genç nüfus çok yüksek. Sinemaya giden kitle de ağırlıklı olarak genç nüfustan oluşuyor. Onlar yeni dili, yeni mizah yollarını daha hızlı kapıyorlar. Yabancı diziler izleyerek Amerikan ve İngiliz mizahını görüyorlar. Dolayısıyla eski jenerasyonun komedisine çok gülmüyorlar. Bu, bazı zamanlar filmlerin gişelerinde de sıkıntı yaratıyor. “Old school”, yeni gençleri mizahta çok yakalayamıyor.
Gençler absürt komediyi çok sevmeye başladılar. Göndermeleri hemen yakalıyorlar. Örneğin, 80 kuşağından bir yazarsan 80’lere ait bir göndermeni hemen kapıyorlar. Ben beden ve durum komedisini birleştirmeyi çok seviyorum. Sanıyorum ki buna gülen kitle daha da fazla. Hiçbir şey söylemesen bile, yolda yürürken düşen insana hepimiz gülüyoruz ya… Tabii bir de AB denen bir grup var. Onlar daha çok zeki diyaloglar peşindeler. Aslında bu tamamen tercih meselesi.
Yeni nesli güldürmek için sokaktaki mizahı/dili mi kullanmak gerekiyor?
Aslında sokaktaki mizahtan bahsetmiyorum. İnternetteki videolardan bir şey alıp koysan bile bu onları güldürüyor. Çünkü bildikleri bir şeyin komedisini yapmış oluyorsun. Sokak dediğin şey artık internette. Sokakta yürüyen, otobüse binen, yani sokağı dinleyen bir yazar bu kitleyi de mutlaka yakalıyor.
Bu durum işleri kolaylaştırmıyor mu?
Kolaylaştırmaktan ziyade, mizahta ortak bir dile doğru gidiş yaratıyor. Mesela Hint, Amerikan ya da İngiliz filmlerindeki mizah anlayışı birbirinden farklıdır. Ama internet sayesinde kendimizi ortak bir mizah havuzunda buluyoruz.
Absürt komedide ne durumdayız?
Absürt komedinin çok ince bir ayarı var. Bence Burak Aksak absürt komedinin çok iyi bir temsilcisi. Ben de, hikâyenin çok gerçek bir çizgisi varsa, çok sallandırmadan içine birtakım veriler atmaya çalışıyorum. Aslında absürt derken metaforik anlatımdan bahsediyorum. Teknik açıdan genişlemenin getirdiği durumla alakalı metaforik detayları filmlerde daha sık görebiliyoruz. Ben de bunun taraftarıyım.
Peki, komediye konu olan tiplemeler nasıl değişiyor? Örneğin “sokaktaki adam” prototipinin mizah anlamında vaat ettikleri nasıl değişti?
Ben hep şöyle diyorum; eğer karakter komedisi yapıyorsan iki soru var ortada. Yarattığın karakter mi saldırıyor; yoksa bu karaktere mi saldırılıyor? İşte bu, bütün matematiği değiştirir. Etraf sizin karakterinize saldırdığında, onun düştüğü durumlara gülersin. Bir karakteri saldırgan yapıp, onu etrafa saldırtırsan da, diğerlerinin düştüğü durum sana komik gelir.
Bu matematiğin dışında, tabii ki mizahı besleyen tipler çok değişti. Örneğin “nerd” diye bir tabir çıktı. Bilgisayar başında hiç konuşmayan, sessiz bir adama da gülebiliyoruz. Hipster’lara, beyaz yaka terimlere gülüyoruz. Sosyal medya farklı dünyalar arasındaki mesafeleri kısalttığı için, başka hayatları da tanıyoruz, biliyoruz. Kısacası hayatımızdaki stereotiplerler fazlalaştı.
Siz daha çok hangi stereotipleri malzeme ediyorsunuz?
Ben şimdiye kadar bir film yazdım. O karakter de çocukluğumdan gelen, erkeksi bir kadın karakterdi. Yeni karakter de kendi özelliklerimden bir şeyler kattığım biri olacak. Ben genelde başrol karakter yazacaksam ya da oynayacaksam, tanıdığım bir şeyden ilerlemeye gayret ediyorum. Çünkü tanıdığım yerden daha fazla malzeme üretebiliyorum. Yan karakterlerde, çevremden, internetten gördüğüm şeylerden, bazen de yan masamda oturan tiplerden besleniyorum.
Ben sokağa çıkabilen biriyim. Sanıyorum ki o konuda şanslıyım. “Şoförüm-villam-korumam” gibi bir yaşantım yok. Beslenme şansım çok fazla. Çocuğuma izletmeyeceğim, tahammülü zor televizyon programlarını da izliyorum. Oradan da malzeme çıkarıyorum.
Ortaya koyduğunuz mizah kişisel mizah anlayışınızı doğrudan yansıtıyor mu yoksa omuzlarınızda toplumsal beklentilerin yükü var mı?
Normalde güldüğüm şekilde yazıyorum ama bazen de “buna gülerler” diye eklediğim şeyler oluyor. Bu şöyle bir şey; bayramda akrabalarının evine gidersin, orada çok yaşlı bir teyze vardır. Sırf onu güldürmek için, onun diline uygun bir şey söylersin. İşte ben de çocukların ve yaşlıların gülecekleri şeyler eklemeye çalışıyorum.
Onun dışında toplumsal yük tabii ki var. Örneğin yeni filmde, kadınlara nefes aldırmasını istediğim bir hikâye var. Galiba yaşımla paralel gidiyor. Olgunlaşma mı desem… Yazdığım hikâye izleyenlerin hayatını etkilesin istiyorum.
İzleyiciyi yakalayan hikâyeyi bulmak ne demek; nasıl bulunuyor o hikâye?
“Herkesi güldürmek istiyorsan, herkesin bildiği bir hikâye yazman lazım”
Başına gelmekle alakalı. Sen bir kaynana hikâyesi yazdığında, kaynanasından çeken kadınlar gülüyor. Çünkü bildikleri bir dünya. Örneğin bir askerlik hikâyesi bir kadın olarak beni yakalayamaz, güldürmez.
Dolayısıyla bu, hedeflediğin noktayla alakalı. Herkesi güldürmek istiyorsan, herkesin bildiği bir hikâye yazman lazım. Ben biraz planlı gidiyorum. Yazmadan önce kafamda kitleler belirliyorum. Mesela bu sefer kadınlara yöneleceğim.
Yazarlığınız oyunculuğunuzu, oyunculuğunuz yazarlığınızı nasıl etkiliyor?
Ben aslında yönetmenlik mezunuyum. Sonra reklam yazarlığına başladım ve iyi bir yönetmen oyunculuğu da iyi bilmeli diyerek Şahika Tekand’dan oyunculuk eğitimi aldım. Ama çok hakkını verebildiğim bir şey değildi. Shakespeare’i bile komik oynamaya çalışıyordum. Şahika Hoca bana, “Senin komedi yapman lazım.” demişti. Bunların hepsi iç içe geçti.
Yeni filmde, eğer cesaret edebilirsem, yönetmenliği de ben yapmak istiyorum. Geçen yaz Prag’a gittim ve yönetmenlik cilası yaptım kendime. Bu, egoyla alakalı değil; hakimiyetle alakalı. Her şeye hakim olunca çok rahat olan bir tipim. Kıyafetime de metne de ben karar vereyim, stratejinin içinde olup hızlı hareket edeyim istiyorum. O yüzden senaryoyu ben yazdığımda daha iyi oynuyorum. Oynayan ben olduğum için yazma konusunda da daha rahat ediyorum. Neyi yapıp neyi yapamayacağımı biliyorum. İkisi birbirine çok güzel geçiyor.