Yaratıcılık telaffuz erozyonuna uğrayıp içi boşalan kavramlar arasındaki yerini alalı çokça zaman oldu. Kayıtsız şartsız herkesin sahip olması gerektiği iddia edilen bu değer bir tasarımcı için ne ifade eder? Bu kıymetli sorunun yanıtını, “mini-çokuluslu ve çoklu kültürlü” stüdyosu için Türkiye, İtalya ve ABD arasında mekik dokuyan tasarımcı Defne Koz veriyor.
Reklam sektöründeki tartışmalarda “yaratıcılık” kimi zaman içi boşaltılmış bir kavram olarak anılıyor. Siz nasıl yaklaşıyorsunuz bu kavrama, ne kadar temkinli, ne kadar tereddütsüz kullanıyorsunuz?
Bence sorun bundan da büyük. Yaratıcılık yalnızca reklam veya tasarımda değil, iş dünyasında da moda bir tabir haline geldi. İçinde bulunduğumuz dönemin en kıymetli meziyeti yaratıcılık oldu sanıyorum ve bunun iyi mi yoksa kötü bir şey mi olduğundan emin değilim. Bir yandan iyi çünkü nihayet herhangi bir fikrin veya ürünün temelindeki itici gücün yaratıcılık olduğunu fark etti insanlar. Diğer taraftan da kötü çünkü her şeyin yaratıcı olması yönündeki gereklilik bir şekilde “herkes yaratıcı olabilir” gibi bir algıyı da beraberinde getirdi. Bu da gayet net bir biçimde gerçek olma ihtimali olmayan bir şey.
Yaratıcılık hem bir yetenek hem de elde edilebilir bir meziyettir fakat kesinlikle bir tavır değildir.
Yaratıcılık hem bir yetenek hem de elde edilebilir bir meziyettir fakat kesinlikle bir tavır değildir. Yaratıcı olmak için çalışmanız gerekir, bu bir hobi veya iş dünyasıyla ilgili bir blog’dan öğrenebileceğiniz bir şey değil. Bana sorarsanız yaratıcılık, yaptığımız ve yapacağımız her şey için değil, yaratıcı işler adına önemli bir değer. Zor, fazlasıyla çalışmanızı gerektiren; odaklanma, disiplin ve adanmışlık gerektiren bir mesele. Eğer böyle olduğunu söylersek bugün kendini yaratıcı olarak gören insanların yarısının bu sıfattan koşarak uzaklaşacağını düşünüyorum.
İtalyan dili ve edebiyatı okudunuz. Sizce edebiyat, tasarım anlayışınızda ne kadar ve nasıl belirleyici oldu?
Tasarım ve edebiyatın –birbirlerinden epey farklı disiplinler olsalar da– birbirine paralel olduklarını düşünüyorum. Ortak noktalarında ise “hikâye anlatmak” var. Tasarımın asla “sorun çözmek” ile alakalı olduğuna inanmadım. Tasarım hikâye anlatma işidir ve herhangi bir ürün insanların hayatlarında bir şekilde yer alabilecek bir hikâye yaratmaya yardımcıdır. Bir çay fincanının kulpundaki basit bir detay dahi, resmî bir çay seremonisinde mi yoksa arkadaşlarınızla birlikte keyifli bir parti ortamında mı olduğunuz hakkında ipucu verir. Ve tıpkı kitap yazarken olduğu gibi, bir tasarım brief’ine karşı verebileceğiniz tekil, optimum bir çözüm yoktur.
Bir hikâye anlatmak istiyorsanız, tasarımın görsel dilinde –tıpkı edebi yazında olduğu gibi– sonsuz sayıda, birçoğu birbiriyle aynı kıymette yöntem bulabilirsiniz. Seçtiğiniz kelimeler veya şekiller okurunuza ya da ürettiğiniz nesneyi kullanacak insanlara vereceğiniz hediyelerdir.
Brand Week’te gördük ki, hem reklamcının hem reklamverenin hem de tasarımcının üzerinde birleştikleri bir kavram var: sadelik –ya da basitlik. Sizin tasarım anlayışınızda sadelik nasıl bir yer kaplıyor?
Sadelik fikrini tamamıyla kabul edebilirim fakat önemli bir uyarıyla: Sadeliği banallikle karıştırmamak gerekir. Tasarımda –reklamda olduğu gibi- sade olan mesaj en kuvvetli olandır. Fakat bundan, kullandığınızı dili aşırı basitleştirmeniz gerektiği anlamı çıkmaz. Belki de –doğru kullanıldığında son derece hakiki ve ilginç bir dil olan– minimalizmden, resmî bir stereotip olarak ve şiirsiz, mesajsız biçimde kullanıldığında sıkılıyorumdur. Sade bir mesaj iyidir fakat yine de mesajınızda biraz daha derine inmeye çalışmanızı ve tasarımınızla zengin bir hikâye anlatmaya çalışmanızı tavsiye ederim.
Tasarımın sizi en fazla heyecanlandıran süreci hangisi?
En heyecan verici şey, sanırım sürecin tamamı; fikrin zihninizde oluştuğu andan, birinin evinde veya yaşadığı şehrin sokaklarında kullanımda olduğunu görmenize kadar uzanan süre. Elbette projenin, henüz eskizler yapıp orijinal bir fikrin kıvılcımlarını görebildiğiniz ilk aşamalarında daha heyecanlı olabiliyorum. Fakat bunu takip eden ve ilk etapta daha az yaratıcı veya sıkıcı olarak değerlendirilen geliştirme süreci de hayli keyifli; özellikle de ilk etapta yakaladığınız fikri daha heyecanlı veya daha elle tutulur bir hale getirebilen bir müşteri veya geliştiriciyle çalıştığınızda. Ve tabii eskiz değil, nesnenin kendisi ise asıl heyecanın kaynağı.
Geleceğe yönelik tasarımlar da yapıyorsunuz hatta stüdyonuzun internet sitesinde “for the future” diye ayrı bir bölüm var. Yine de sormak istiyorum, geçmiş ne kadar gelecek ne kadar heyecanlandırıyor ve besliyor sizi?
Aslında tasarladığımız her şeyin bir iki yıl içinde pazara sunulduğu düşünülürse hazırladığımız her şeyi bu kategori altında sınıflandırabilir, şimdi “for the future” olan bölümü de “for the future-future” olarak yeniden adlandırabiliriz. Çünkü mesele aslında bu: Bir sonraki-sonraki nesli ve şimdilerde düşünmesi pek de kolay olmayan bir gelecekten bahsettiği için gelecekte yaşanacak hayatı düşünmek. Bu aynı zamanda tekil bir ürünün tasarımının ötesine geçip senaryolar dediğimiz şeyleri hayal etmekle alakalı. Bu yüzden o bölümde “the future of food”, “the future of work” ve “the future of urban mobility” başlıklarını görüyorsunuz.
Firmalara bir devrimin kurbanı olmak yerine itici gücü olmaları konusunda destek veriyoruz.
Bu projeleri yapıyoruz çünkü bazı müşteriler henüz sunabilecekleri bir ürün veya hizmet olmadan bizden bir tasarım isteyebiliyorlar. Bu şirketler sıklıkla oyunun kurallarını değiştirecek bir gelişmeyi önceden sezip bizim, başkalarından önce kendilerini “disrupt” etmemizi istiyorlar. Örneğin otomotiv endüstrisindeki markalar birkaç inovasyonun bir araya gelmesi halinde bütün dünyalarının değişeceğinin farkındalar. Şoförsüz araçlar, araç paylaşımı, elektrikli araçların yaygınlaşması ve yapay zekâ ile kontrol edilen ulaşımın şimdiye kadar yaşadıkları dünyayı topyekûn değiştireceğini biliyorlar. Buna bir de bir otomobil için geleneksel sayılabilecek sürat veya agresiflik gibi değerlere pek de önem vermeyen yeni nesli ekleyin. Büyük bir devrimin size doğru yaklaştığını görebilirsiniz. Biz firmalara bir devrimin kurbanı olmak yerine itici gücü olmaları konusunda destek veriyoruz.
Tasarım çeşitliliğinizi, yeni teknolojileri insanileştirmekten “hand made” geleneği yeniden keşfe kadar geniş bir alanda anlatıyorsunuz. Bu yelpazede başka neler var?
Uzmanlaşmaya karşıyız çünkü bir tasarımcının temel yeteneğinin spesifik bir sektör veya ürünü değil, insanların hayatını anlamak olduğunu düşünüyoruz. Bizim uzmanlığımız, insanlara bakıp nasıl yaşadıklarını ve neler hayal ettiklerini gözlemlemek ve sonrasında etraflarında yer alacak bir çevre inşa etmek. Etraf dediğimiz o alanda da küçük ve büyük objeler, yaşanılan veya çalışılan alanlar, önemli veya ufak tefek ritüeller, el yapımı veya robotlar tarafından endüstriyel olarak üretilmiş ürünler var. Tüm bunların merkezinde her zaman insan var ve bizim uzmanlaşmamız gereken de tam olarak bu.
Türkiye, İtalya ve son olarak ABD’ye taşınan bir hikâyeniz var. Bu coğrafyalar arasında tasarıma yaratıcı bakışınız nasıl değişti?
Bu kadar sık taşınmamın nedenlerinden biri merak; farklı kültürlere, çalışma ve yaşam biçimlerine karşı duyduğum ilgi. Bahsettiğim merak işimin de merkezinde yer alıyor. Bunca yer değiştirdikten sonra da değişenin ne olduğunu tespit etmek pek de kolay değil benim için. Bu kültürleri karşılaştırmamaya, daha ziyade anlamaya çalışıyorum. Hepsi farklı, hepsi ilginç ve sürekli olarak birinden diğerine taşınmaktan ziyade her birinde aynı anda yaşayabilecek kadar şanslıyım. Bu yerlerin hepsinde zaman geçiriyorum, ailemden farklı bireyler bu yerlerde yaşıyor, her birinde müşterilerim de var. Stüdyom mini-çokuluslu, çoklu kültürlü bir organizasyon ve bu beni fazlasıyla heyecanlandırıyor.