Coşkun Aral’ın gözünün görüp kulağının işittiği dünya, hepimizden milyonlarca kilometre daha geniş. “Kainat beynimizde” diyor Aral. İnsanoğlu merak ettiği sürece ilerleyecek. Deneyimlediği sıradışı pek çok hadisedeki tavrını, “Hayatla çarpışma anlarım oldu, hiç tahmin etmediğim yaşamlarla kesiştim. Hiç hoşuma gitmeyen yaşam tarzlarıyla karşılaştığım da oldu. Çok sevmediğimiz şeylere de katlanılabileceğini bilmemiz gerekiyor” şeklinde özetliyor.
Sizce insanlığın sahip olduğu renklilik ve zenginlik azalıyor mu? Dünyada bir tektipleşme var mı?
Dünya tektipleşmiyor. Dünyada bir kesim Doğu’dan yükselen ışığı aldı ve Batı’ya getirdi. Felsefeyi, bilimi taşıdı, kendince yorumladı. Onun tükendiği noktada da, o değere tekrar sahip çıkma dönemi başladı. İnsanlığın kendisinden önce homo sapiens dediğimiz ayağa kalkan ilk insan, ondan 7,5 milyon yıl önce de homo habilisler var. Maymunsu insan ama maymun değil.
İnsanlık Afrika’dan yola çıkıyor, bu sırada başka insan türleri de var ve yayılma başlıyor. Bir kısım hep suları takip ediyor, Doğu’ya gidiyor. Bu aşağı yukarı birkaç 100 bin yıllık bir yürüyüş ama bu yürüyüş sırasında hep meraklılar. Hayvanlara bakıyorlar, bir şeyleri yiyorlar, bir şeyleri yemiyorlar. Bazı bitkileri yiyenler ölüyor, av yöntemlerini öğreniyorlar. İlginçtir, bu insanların birkaç yerde konaklamaları var. Etiyopya’da, Filistin’de var. Göbeklitepe dediğimiz olay 16 bin ila 12 bin yıla iniyor. Siirt’te Başur Höyük dediğimiz bölgede Göbeklitepe’den 2 bin yıl daha geriye giden buluntular var. Bunlar bir araya geldiğinde değerlendirilecek, şu anda terör ve barajlar yüzünden sağlıklı araştırma yapılamıyor. Küçükçekmece’de Yarımburgaz Mağarası var, aynı katmanda 400 bin yıl öncesine ait bir iskelet çıktı.
Bizim gibi toplumların talihsizliği doyum noktasına hızlı getirilmemiz.
Bütün bunlar gösteriyor ki insanlık, tüm bunları yaparken daha akıllı, daha sorgulayıcı ve meraklı. Bunlardan sonra yerleşim bölgeli yaşam, hayvanların ıslahı, ürünü bir sonraki döneme saklamanın yollarını bulmak gibi bizi bugüne getiren hadiseler yaşanıyor. Sümerler, Asurlar, Hititler, Mısırlılar, Roma Uygarlığı… Sorgulamaya devam ediyor, dünya yuvarlak mıdır diye soruyor. Platon’la başlayan demokrasiye evrilme yaşanıyor. Bugünkü insanın sosyolojik evrimi buraya ait. Aynı olayın benzeri Hint Yarımadası’nda, Sarı Nehri civarında, Amazon’da var. Birbirine yakın ilerliyor.
Kalıcı olmayan uygarlıkların ardından kalıcı olan tek şey bize yansıyan öğretiler. Her şey yazıyla başladı diyebiliriz. Yazıdan önceki evrimler de boş değil elbette. Modern topluma gelindiğinde şunu görüyoruz. Avrupa toplumu tüketime doydu ve bu cazibe oralara, henüz doyuma ulaşmamış yerlerdeki insanları getirdi. Bizim gibi toplumların talihsizliği ise doyum noktasına hızlı getirilmemiz. Ben istiyorum ki genç kardeşlerim sorgulaya sorgulaya ilerlesin.
Siz yıllarca üst düzey imkânları ve imkânsızlıkları yaşayan coğrafyalara gittiniz. Bu iki kutbun, yaşamı tecrübe ediş biçimleri nasıl değişiyor?
Ben de imkânsızlıkların olduğu bir yerden geldim. Dört buçuk yaşıma kadar hiçbir şey hatırlamıyorum, sonrası için de neyin önemli, neyin gerekli olduğunu bilen tek yer beyin. Kainat beynimizde. Travmaların çok olduğu yerlerde de gelişmiş toplumlarda da fırsatlar var. Bir örnek vereyim. Orhan Pamuk çok güzel ama bir de Yaşar Abi’yi dinleyin. Travmaların içinde büyümüş bir adam ama romanlarını İngilizcede ana dili gibi ifade edemediği için Nobel alamadı. François Mitterrand’ın karısı Danielle Mitterrand bana, “Biz Anadolu’nun kekiklerini Yaşar’ın sayesinde mutfaklarımızda hissediyoruz” demişti. Çünkü kitapların tercümesini yapan Tilda’ydı. Atın nalı giderken taşa çarpıyor, oradan bir kekik uzanıyor, o nal kekiği ezdiğinde bir patlıyor ki, sen kekiğin kokusunu alıyorsun. Niye Victor Hugo büyük, niye Yaşar Kemal büyük? İşte bu yüzden. Herkes Nobel kazanmayabilir ama Yaşar Kemal hep vardır.
Bizim çocukluğumuzda Akii-Bua diye bir adam vardı. Uganda’dan çıktı Olimpiyat Şampiyonu oldu. Çünkü adam çobandı, ya çitanın ağzından keçiyi almak için koşuyordu ya da arkasından koşan çitaya yem olmamak için… Adam koşuyor, başka çaresi yok, onun vücut sistemi bu. Ancak şu gerçek, coğrafyanın travmaları seni etkiliyor. Bana hep soruyorlar, bu kadar savaş görmeye nasıl dayandın diye. Bu zamana kadar babama iki kere suikast düzenlendi, bizim fabrikaya getirilen buğdayı piyade tüfeğiyle koruyan askerleri hatırlıyorum, Siirt’ten giderken beş altı kere arabanın durdurulduğunu hatırlıyorum. Coğrafya kader midir? Olumlu anlamda da kaderini değiştirebilir. Benim üç kardeşim var. Biri gazeteci, biri hayatında hiç çalışmamış bir ev hanımı, biri de bir köy öğretmeni. Hiçbirimiz benzemiyoruz, eğer coğrafya kader olsaydı, ortam aynıydı.
Gündelik yaratıcı çözümler üretmede imkânsızlıklara karşı koyan olaylarla da karşılaşmışsınızdır…
Dünyada sürekli böyle örneklerle karşılaşıyorum. Eritre’ye gittim, Etiyopya’yla savaşıyorlardı. İnanılmaz bir mülteci krizi vardı.
Savaş bölgelerini dolaşırken, tepeden bir baktım ki plaj bölgesinde sular içinde binlerce tank var ve etrafları yemyeşil. Merak ettim, gittim. Bir jeep geldi, içinden bir adam indi. Sohbet ettik, akşam beni yemeğe davet etti. Masaya koskocaman karidesler geldi. Bunlar benim çiftliğimden, sabah baktığın yerden geliyor dedi.
Biyokimyacıymış, yapay balık, karides ve böcek çiftlikleri gibi yerlere danışmanlık yapıyormuş. Kendi böceklerini kendisi yetiştirmek istemiş. Bunun için de dünyada değişmeyen ısısı olan ve aynı yerde demirleri de olan bir yer aramış. Kuzey Anadolu’yu da dolaşmış bunun için. Sonra da burayı bulmuş. İki yılın sonunda da adam amortiye geçmiş. Böyle şeylere kafayı takan insanlar var.
Tanıklık ettiğiniz sıradışı olayları yorumlayış biçiminiz de hep farklıydı. Nasıl hassasiyetler geliştirdiniz?
Hayatla çarpışma anlarım oldu, hiç tahmin etmediğim yaşamlarla kesiştim. Hiç hoşuma gitmeyen yaşam tarzlarıyla karşılaştığım da oldu. O kişinin yaşadığı coğrafyanın bir gözlemcisiyim ben. O coğrafyanın adamı olamam. Benim onları değiştirmem mümkün olmadığına göre, oraya gittiğimde benim susmam lazım. Çok sevmediğimiz şeylere de katlanılabileceğini bilmemiz gerekiyor.