Site icon MediaCat

‘Seyirci ne verirseniz onu ister’

Serra Yılmaz'a göre 'seyirci bunu istiyor', eğlence sektörünün büyük yalanlarından.

Çekimleri Zorlu Center Eataly‘de gerçekleşen ve CNN Türk‘te yayınlanan yeni programı Serra’yla İtalyan İşi‘nin yanı sıra Eyvah Eyvah 3‘teki rolüyle de yüzünü hayranlarına bir kez daha beyaz perdede gösteren Serra Yılmaz’a göre son dönem Türk sineması hevesli ve zengin ancak devletin aşırı müdahaleci tavrına maruz kalıyor. Mizah ise, demokrasinin olmadığı ülkelerde olduğu gibi, çok daha törpülenerek gelişiyor.

Serra’yla İtalyan İşi nasıl doğdu?

Geçen sene Nisan ayında bir İtalyan arkadaşım aracılığıyla, Eataly’nin hem ortağı hem de yöneticisi olan Zülfikar Bekar ile tanıştım. Tanışmamızda çok komik bir unsur vardı: sohbette bir aşamaya geldikten sonra ‘sen ne yapıyorsun?’ diye sordu, ‘ben oyuncuyum’ dedim; ‘kusura bakma, ben 20 yıldır İtalya’da yaşıyorum’ dedi. Bu beni epey güldürdü çünkü ben İtalya‘da daha çok tanınıyorum. Netice itibarıyla Zülfikar Bekar sinemaya giden bir arkadaşımız değil ve beni hiç tanımıyordu. Konuşurken buraya Eataly’yi kurmak üzere geldiğini anlattı, ben Eataly’yi Roma’dan biliyordum tabii. Çok ilgimi çekti ama o gün öyle kaldı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra arayıp bana ihtiyacı olduğunu söyledi. Eyvah Eyvah’ın ilk okuma provasının olduğu gün BKM’den çıkıp Eataly’ye geldim. Henüz şantiye halindeydi; bana etrafı gezdirip nerede ne olacağını gösterdi, zaten konsepti biliyordum. Başlangıçta mekandaki sloganların yaratıcı bir şekilde çevirisinin yapılması konusunda yardım istedi. Daha sonra Eataly’yi takip eder oldum ve böyle bir program fikri doğdu. Turkmax‘taki programım Temel İçgüdü’yü sonlandırmıştık ama benim yeniden bir program yapma niyetim vardı, dolayısıyla onların ve benim yapmak istediklerimiz çok iyi denk düştü ve gerek İtalya’yla gerek yemekle olan bağım itibarıyla böyle bir işe giriştik.

Yemek workshop’u düzenlemeniz yönünde de bir istek var sosyal medyada.

Tiyatro konusunda workshop’um var, yemek konusunda da olabilir tabii ama ben gerçek bir şef değilim neticede. Ben yaratıcılığını mutfak alanında da kullanan biriyim. Şu ana kadar düşünmedim ama neden olmasın, olabilir ancak şu sıralar gündemde olan; Luca Nikolaj ile birlikte gerçekleştireceğimiz, Uniact’taki tiyatro workshop’u. Babası çok ünlü bir tiyatro yazarıdır Luca’nın, bizde de Şehir Tiyatrosu‘nda oynamıştı piyesleri. Ben workshop’larda böyle sevdiğim bir oyuncu arkadaşımla çalışmayı çok seviyorum. Tek başına olmaktansa iki kişi olmak çok daha yaratıcı, her şeyi çok daha eğlenceli kılan bir özellik benim için.

Son dönemde memleketin tiyatroya ilgisi nasıl?

Devletin desteğininin olmadığı yerlerde tiyatro var olabilmek için zaten belirli bir ücreti almak zorunda. Mesela benim İtalya’da oynadığım tiyatroda 10 Euro’ya bilet var çünkü devlet geriye kalan bölümü sübvansiyon olarak destekliyor. Öyle bir sübvansiyon olmadığı takdirde 10 Euro’ya bilet koyamayacak, 20 Euro’ya koymak zorunda kalacak. Ayrıca şöyle bir durum da var: tabii ki hayat çok zor, pahalı, mesela şu anda dövizin artması ister istemez hepimizin hayatını her açıdan çok etkileyecek ama netice itibarıyla gerçekten geçim sıkıntısı içinde olan insanların haricinde çok sayıda gereksiz şeye gereksiz paralar veriyoruz bu tüketim toplumunda.

Acaba bizim kültürel kodlarımızın bir parçası olamadı mı tiyatro?

Hiç katılmıyorum buna. Benim annem 1919 doğumluydu; yazları Suadiye tarafında, kışları Şehzadebaşı’nda büyümüş ve annem, anneannem ve dedem Şehzadebaşı’nda neredeyse hergün tiyatroya, direklerarasına ve sinemaya giderlermiş. Hatta annemin meşhur bir hikâyesi vardı. Sefiller’i seyretmeye gitmiş sinemaya, tabii avuç kadar yer ve o zamanlar yani, düşünün, 1924-1925’te herkes birbirini tanıyor annem 5-6 yaşındayken. Sinemaya girip oturmuş bir koltuğa. Sefiller de dört saat mi ne, malum, uzun. Anneannem çıldırmış çünkü evin tek çocuğu, baba kendisinden çok daha yaşlı, anneannemi saraydan almış ve kızına inanılmaz düşkün, gözünün içine bakıyor ve küçük kız çocuğu kayıp. Annem akşam eve döndüğünde esaslı bir dayak yemiş. Velhasıl öyle de güvenli bir ortam var yani altı yaşında bir kız çocuğu evden çıkıp hiçbir şey ödemeden sinemaya girmiş, oradakiler de gülmüşlerdir herhalde. Oturup Sefiller filmini seyredebilmiş o zamanlar öyle bir gelenek varmış ve çok gidermiş insanlar sinemaya tiyatroya. O gelenek aslında İstanbul’un İstanbul olmaktan çıkmasıyla yitirilen şeylerden biri. Düşünün ki sürüyle tiyatro salonu vardı İstanbul’da işte en son örneklerden biri Tarlabaşı’ndaki eski adıyla Le Petit Champ, küçük Tarlabaşı Tiyatrosu. Şehir Tiyatrosu’na aitti, yandı, sonra TRT oraya bina yaptı, TRT’nin o binayı yapması için şart koşulan tiyatro salonu inşaatı yapılsa da tiyatroculara o salon kullandırılmadı, anlatabiliyor muyum? Onun için aslında o gelenek var, bu yeni köylüleşme sürecinde yitirilmiş şeyler bunlar.

Tiyatro ve televizyon bir yana, yeni bir filmle de izleyici karşısındasınız. Eyvah Eyvah 3’ün kadrosuna nasıl dahil oldunuz?

Kısa kısa…

  • Gerçeği söylemek gerekirse birgün Ata’ya ‘haydi yaz bir şey de oynayalım beraber’ lafını da ettim yani itiraf ediyorum. Ama bu lafı biz aramızda başka yönetmenlere de söyleriz latife olarak. Zaten ben de bunu bir tek sevdiğim insanlara söylerim.
  • Genel olarak eğitim seviyesi son derece düşük bir ülkeyiz, kitap deseniz doğru dürüst okumuyoruz. Bütün bu unsurlar göz önüne alındığında insanları belirli yerlere çekmek çok kolay.
  • Türk milletinin müthiş bir mizaha sığınma yanı var. Bunun bir örneğini Gezi olayları sırasında gördük, çocuklar duvarlara öyle grafitiler yapıyorlardı ki gördüğüm her grafitinin fotoğrafını çekiyordum çünkü çok hınzır, çok esprili, çok güzeldi hepsi.
  • Benim iç tempom çok hızlıdır, ağır değilimdir. Sakinimdir ama o ağırlıktan farklı bir şey. Aslında biraz sabırsızımdır, sükunetle davrandığım için değilmiş gibi dururum; öğrenilmiş bir şey yani.

Eyvah Eyvah sürecine dahil olmam Ata’yla dostluktan geçti. Biz Ata’yla çok yakın oturuyoruz; birbirimizi biliyorduk ama çok iyi tanışmıyorduk. Ata bir gün bana geldi, İtalya’da benim çok iyi bildiğim bir bölge olan Toscana’da bir seyahat yapmak istiyordu ve benden bilgi istedi. Ben ona bilgi verirken sürekli ‘ne olur sen de gel’ diyordu. Başlangıçta hiç böyle bir fikrim yoktu fakat onların gidecekleri dönemde boştum ve birdenbire ‘neden olmasın’ dedim ve dört arkadaş aniden böyle bir yolculuğa çıktık. Çok iyi anlaştık, çok keyifli bir yolculuk oldu. Ondan sonra da görüşmeyi sürdürdük ve giderek ahbaplıktan arkadaşlığa, arkadaşlıktan dostluğa ilerleyerek bir yıl boyunca birbirimizi gördük. Tabii bu, birlikte çalışma arzusu da doğuruyor. Gerçeği söylemek gerekirse birgün Ata’ya ‘haydi yaz bir şey de oynayalım beraber’ lafını da ettim yani itiraf ediyorum. Ama bu lafı biz aramızda başka yönetmenlere de söyleriz latife olarak. Zaten ben de bunu bir tek sevdiğim insanlara söylerim. Ata’yla espri zevklerimiz çok uyuşuyor; zekası ve hınzırlığı nedeniyle kendimi ona çok yakın hissediyorum. Zeka kadar çekici başka bir şey yok ki dünyada. Dün çok güzel bir laf buldum ve hatta Ferzan’a yolladım, doğumgününü kutluyorduk, onun da çok hoşuna gitti: ‘Zekanın çekiciliği fiziksel çekicilikten çok daha güçlüdür çünkü gözünü kapatsan bile aklında kalır.’ Ata da çok hınzır ve zeki olduğundan ötürü dostu olmak çok keyifli.

Peki iş mizaha geldiğinde nelere gülüyoruz? Türkiye’nin mizah anlayışını sosyo-kültürel ve ekonomik katmanlara ayırmak mümkün mü?

Genellikle bu ‘entertainment’ denen bizim sektörde genel bir yalan vardır: “Seyirci bunu istiyor.” Bu büyük bir yalandır. Seyirci ne verirseniz ona alışır ve onu ister. Yani 90 dakika süren korkunç diziler yerine tüm kanallarda 30 dakikalık güzel diziler vermeye başlarsanız, seyirci git gide daha iyi işe alışır ve onu ister. Dolayısıyla seyirci durduğu yerde ‘bana en kötüsünü verin’ diye talep etmiyor ama genel olarak eğitim seviyesi son derece düşük bir ülkeyiz, kitap deseniz doğru dürüst okumuyoruz. Bütün bu unsurlar göz önüne alındığında insanları belirli yerlere çekmek çok kolay. Benim gördüğüm kadarıyla Türkiye’de değişik düzeylerde mizahlar var. Bir kere çok rafine bir mizah var çünkü aslında bana kalırsa Türk milletinin müthiş bir mizaha sığınma yanı var. Bunun bir örneğini Gezi olayları sırasında gördük, çocuklar duvarlara öyle grafitiler yapıyorlardı ki gördüğüm her grafitinin fotoğrafını çekiyordum çünkü çok hınzır, çok esprili, çok güzeldi hepsi. Dolayısıyla bizim ülkemiz gibi genelde demokrasinin olmadığı ülkelerde mizahın çok daha törpülenerek geliştiğini düşünüyorum. Ayrıca küfüre gülme alışkanlığı var Türkiye’de, eğlence sektöründeki birtakım üretimler de buna çok başvuruyor. Ben bunu çok keyifli bir gülme olarak değerlendirmiyorum.

Çok dikotomik bir durum var. Aynı küfür bir ortamda mizah öğesi olurken bir diğerinde cinayet sebebi olabiliyor.

Evet, tabii küfürler de bir yandan son derece cinsiyetçi oluyor, o da var. Yıllar önce Seba Tümer’in bir programına gittiğimde söylemiştim yani şimdi en büyük küfür ne, anasını s. denilir değil mi? Ben de dedim ki yani aslında sevişmek dünyadaki en güzel şey; sevişmek, sevmek, sevginin bir ifadesi olarak cinsellik en güzel şey niçin en büyük ceza olarak çıkıyor ortaya? Düşünüldüğünde hakikaten dikotomik bir şey var ve o nedenle de bana çok ilginç gelmiyor. Ben Ata’nın yaptığı türdeki mizahı çok seviyorum: durum komedisi. Yani durum o kadar komik ki, adam pavyona gelmiş dansözü vurmaya ama konu açıyorlar hemşehri çıktık otur bir şeyler içelim diyorlar ve herif birden biri kendini koyveriyor. O tür durumlar çok olur gerçek hayatta, bunlar hep Ata’nın gözlemleri, öyle bir milletiz bir bir yandan da.

Türk sinemasının son hükümetle birlikte eskiye nazaran daha çok destek gördüğü, alana daha fazla yatırım yapıldığı söyleniyor.

Bu, rakamları bilmeden söylenebilecek bir şey değil ama devlet yoluyla daha fazla yatırım yapılmadı. Üstelik son dönemde devlet baya bir müdahaleci tavır içine girdi ve destek verdiği birtakım festivallerde bile ‘onu gösterme, bunu göster’ gibi -telkin demeye dilim varmıyor çünkü telkin değil bu- müdahalelerde bulunuyorlar. ‘Yapsanız iyi olur’ demiyorlar, ‘yapın’ diyorlar. Öyle olunca da zaten destek alabilecek kişisel siyasi olarak belirli bir aidiyete sahip olan kişiler oluyor. Dolayısıyla ben öyle bir destek oldu mu olmadı mı bilemiyorum ama belki şöyle bir şey olmuş olabilir: bir dönem nakit akışında rahatlama olması –ki bunun çok gerçek bir şeye tekabül ettiğini de düşünmüyorum- orada, o nakit çoğaldığı zaman birtakım insanlara sinemanın daha kârlı bir iş olabileceğini, buraya belki para yatırabileceklerini düşündürmüş olabilir. Kaldı ki sinema da para aklamak için iyi bir alan.

Artık daha cesur olduğunu da söylüyorlar Türk sinemasının.

Bana cesur gelmiyor, cesur olduğunu söyleyebileceğimiz çok fazla bir şey yok ama daha zengin, çok daha fazla insan sinema yapma hevesi içinde, yapılan toplam film sayısı hiç de fena değil. 2013’te sanırım 80 küsür film yapıldı, iyi bir rakam. Tabii bu 80’in kaçı iyi kaçı kötü bilemeyeceğim, hepsini seyretmedim ama 80 tane yapılıyorsa içinde mutlaka 5-10 tane çok iyi olan vardır diye düşünüyorum ve yanıldığımı da zannetmiyorum çünkü hakikaten çok iyi filmler çıkıyor.

Eski bir söyleşinizde belirli oyunculara hep aynı rollerin yazılmasını eleştirmiştiniz…

Hayal güçleri çok gelişkin değil, sizi bir kere orospu rolünde gördüler mi hep orospuyu oynatmak istiyorlar.

Sizin oynamayı, parçası olmayı çok arzuladığınız bir rol, bir senaryo var mı?

“Sizi bir kere orospu rolünde gördüler mi hep orospuyu oynatmak istiyorlar”

Bundan birkaç yıl önce Fransa’da bir roman çıktı ve best-seller oldu; Muriel Barbery‘nin yazdığı Kirpinin Zarafeti. O filmin başrolündeki kadını oynamayı çok isterdim. Tam benlik ve çok güzel bir roldü. Daha sonra Mona Achache diye bir yönetmen bunu sinemaya uyarladı ve o rolü Josiane Balasko’ya oynattı. Ben bu film yapıldığında Mona Achache‘ı tanımıyordum, sonra bir resepsiyonda prodüktörüyle tanıştım ve ona ‘bunu ben oynamalıydım’ dedim. Kadın da bana hayretle baktı yani beni tanımıyor etmiyor, benim eski erkek arkadaşımın arkadaşıydı. Sonra Mona’yla tanıştım ve aynısını ona da söyledim. Nitekim o film başarılı olamadı ve bana kalırsa Josiane Balasko’nun tarzı değildi o rol, yani doğru oyuncu o değildi. İşte o rol düşünüp de kendime yakıştırdığım, çok hoş bir roldü.

Neydi rol?

Paris’te bir kapıcı kadın. Aslında çok zeki bir kadın fakat başı ağrımasın diye zekasını saklıyor. Onu rahat bıraksınlar diye etrafa karşı bir rol oynuyor. Çok güzel bir hikâye, roman okumayı severseniz de okuyun, çok kolay ve keyifli okunuyor.

Bu soruyu biraz da Nar filmindeki Falcı Asuman karakterini düşünerek soruyorum; role hazırlık ritüelleriniz var mı, nasıl bir hazırlık sürecinden geçiyorsunuz?

Vallahi yok, benim hazırlığım gözleme dayanıyor; hayatımdan, çevremden o karaktere oturan birini gözlüyorum çok. Onun iç temposunu yakalamaya çalışıyorum. Nar’daki kadın biraz ağır bir kadın, iç temposu öyle. Benim iç tempom çok hızlıdır, ağır değilimdir. Sakinimdir ama o ağırlıktan farklı bir şey. Aslında biraz sabırsızımdır, sükunetle davrandığım için değilmiş gibi dururum; öğrenilmiş bir şey yani. Ama Nar’daki kadının daha farklı bir iç duygusu olduğunu düşünüyordum ve onu yakalamaya çalıştım nitekim öyle bir kadın o, tuhaf bir kadın. Orada da bir rol model vardı gözleyebildiğim, biraz da esrik bir rol modeldi, onu çok gözledim. Tabii ki böyle bir rol olduğunda ben onunla yaşamaya başlıyorum, yani o kadın benimle her yere gidip geliyor.

Bugüne kadar, canlandırdığınız bir karakterin altında ezildiğiniz oldu mu?

Yok hayır, ben öyle şeylere hiç inanmam. Oyuncuların fantezileri gelişmiş oluyor ya hani, biraz da hoşlarına gidiyor bazı arkadaşlarımızın; bence o biraz da ondan. ‘Rol beni mahvetti, rolün altında ezildim, günler boyu o rolden çıkamadım’ gibi şeylere katiyen inanmıyorum. Bana biraz işin havası gibi geliyor.

Televizyonla aranız nasıl?

Televizyon izlemiyorum. ARTE’ye bakıyorum arada; çok sevdiğim bir kanal, çok belgesel ve değişik dizi var. Vaktim olunca bakıyorum ancak vaktim çok az. Bir de şöyle bir durum var, benim çocukluk ve genç kızlığımda televizyon yoktu. Televizyonu Türkiye’de fiilen benim babam kurdu ve onlar deneme yayını yapmaya başladıklarında bizim evde televizyon yoktu. Ben Fransa’ya üniversiteye giderken televizyon alındı, dolayısıyla benim yaşadığım ortamda televizyon yoktu. Ben beş yıl önce mi ne aldım televizyonu, o da Turkmax’ta program yapıyordum ve ne zaman gelip sorsalar ‘benim evde televizyon yok’ diyordum, bunun biraz ayıp olduğunu düşündüm o yüzden aldım. İlk önce televizyonu saklayabilecek bir mobilya aldım, sonra televizyon aldım ama hâlâ eve döndüğümde televizyonu açmak gibi bir alışkanlığım yok. Evde boş zamanım kaldığımda ya yapmam gereken bir çeviri ya okumam gereken bir kitap oluyor, televizyonu çok nadiren açıyorum aklıma gelmiyor. Nasıl kullandığımı söylesem güleceksiniz, sabahları jimnastik yapıyorum, haftada üç gün jimnastik hocam ders vermeye geliyor. O zaman televizyonu açıp müzik kanalından genelde latin müziğiyle jimnastik yapıyorum.

Exit mobile version