Site icon MediaCat

“Çocuğunuzla konuşun, oynayın, gezin!”

"Çocuğunuzla konuşun, oynayın, gezin!"

Bundan neredeyse 100 yıl önce söylemişti Dorothea Brande, bir çocuğun aklının “doldurulması gereken bir sandık değil, canlandırılması gereken bir ateş” olduğunu. Selçuk Şirin’in profesyonel uğraşının resmî tanımı uygulamalı psikoloji olabilir ancak yaptıklarının şiirsel yanı tam da bu: Ateşi canlandırmanın yollarını aramak. Bilimsel araştırmalardan saha çalışmalarına ve kendi ebeveynlik sürecinde gerçekleştirdiği deneme yanılma yöntemlerine dek, yaşamın her alanından bilgi, deneyim ve ilham topluyor Şirin. Ardahan’ın Türkeşen Köyü’nden New York’a uzanan hikâyesinin her durağı bu yolculukta bir iz taşıyor.

Türkiye’nin sosyo-ekonomik gerilim hatları, bir çocuğun yaşamını -çoğu zaman bu yaşam henüz yaşanmadan- şekillendirebiliyor. Nerede doğduğunuz, oturma odanızda bir kitaplığın olup olmadığı, ebeveynlerle ne sıklıkla bir diyaloğa girdiğiniz ve daha birçok şey belirli kaynaklara, en önemlisi de nitelikli eğitime ne oranda erişim sağlayabileceğinizi belirliyor. Peki, coğrafya ya da maddi koşullar kader midir? Elbette hayır. En azından Selçuk Şirin böyle olmaması için elinden geleni yapıyor; amfide, araştırmalarında ve köşe yazılarında. Bilimsel üretiminin amacını da şu sözlerle açıklıyor zaten: “Çocukların ve ailelerin ihtiyaçlarını anlamak için ampirik yöntemler kullanmak ve ortaya çıkan bilgileri profesyonellerle ve siyasetçilerle paylaşarak toplumun en kırılgan kesimlerinin durumunu iyileştirmek…”

Siyasetçilerden sivil toplum örgütlerine, eğitim bilimcilerden ebeveynlere kadar pek çok aktörün nitelikli eğitim tartışmalarına katıldığı şu günlerde biz de İstanbul’dan New York’a bağlanarak, Selçuk Şirin’in içgörülerini duymak istedik. İşte keyifli sohbetimiz…

Eğitimde öne çıkan modeller değişiyor. Şimdilerde yaratıcılığı öne çıkaran; felsefeye, tasarıma ve kodlamaya biraz daha yer açan modeller yükselişte. Nedir sizce değişimin ardındaki nedenler?

Robotlar ve algoritmalar! Robot deyince öyle çok uzakta bir şeyden söz etmiyoruz. Köye traktör gelince nasıl tarımsal üretimde kas gücüne dayalı işler azaldıysa şimdi de hem sanayi hem hizmet sektörlerinde insan gücüne dayalı işler bir bir yok oluyor. Kimi buna sanayileşmenin dördüncü evresi diyor. “Bu yeni dönemde rekabet edebilecek çocukları nasıl kazandıracağız?” sorusu herkesten çok eğitimcileri ilgilendiriyor. O nedenle eskiden olduğu gibi bilgiyi tekrarlamayı yücelten bir eğitim modeline artık ihtiyaç yok. O işi Google herkesten iyi yapıyor. Bu çağın gereği, yaptığı işe bilgi ve tasarımı en yaratıcı şekilde katacak bireyler yetiştirmek. Elmayı üretirken de bilgisayarı üretirken de geçerli bir kural bu.

OECD eğitim raporlarına göre, Türkiye okulöncesi eğitime yüzdesel olarak en az öğrencinin katıldığı ülke. Halbuki bu dönem, öğrenmenin en hızlı geliştiği dönem. Bu nedenle her mahalleye bir üniversitedense, bir okulöncesi kurumun açılmasının daha doğru olacağını savunuyorsunuz. Türkiye’de bu alana özellikle yatırım yapılması gerektiğini açıklarken de, Türkiye’de evdeki öğrenme ortamının sınırlı olduğunu ekliyorsunuz. Nedir bu sınırlar?

Okulda başarının birinci belirleyeni sosyal sermaye dediğimiz, aile ortamı. Peki, aile ortamını ne belirliyor? Ebeveynin sosyo-ekonomik seviyesi, çocukla diyaloğun kalitesi, evdeki kitaplığın boyutu, çocuğun yeni tecrübeler kazanacağı okuldışı öğrenme ortamlarına ulaşma potansiyeli… Bu saydıklarım okulda başarıyı büyük ölçüde belirliyor zira bu faktörler insan beyninin en hızlı geliştiği okulöncesi yıllarda çocukların kaderini belirliyor. Çocuklar okula başladığında bir anlamda temel çoktan bitmiş oluyor. Temeli sağlam olan çocuk ilerliyor.

Peki, Türkiye’de bu söylediğim anlamda zengin sosyal sermayeye sahip çocuk oranı kaç sizce? Yüzde 20 bile değil! Yani çocukların neredeyse yüzde 80’i okula geldiğinde öğrenmeye hazır değil. Ve bu iki grup arasındaki makası öğretmenler ancak mucizelerle kapatabiliyor. Bir ülkenin kaderini mucizelere bırakınca ne olduğunu biliyorsunuz: Büyük bir yıkım. O nedenle ben okulöncesi dönemde bu yüzde 80 için bir şeyler yapmayı kendime dert edindim. Okulöncesi bu yapbozun bir parçası. Ebeveynleri bu dönemin kritik olduğuna ikna etmek başka bir parçası. Kalkınma ekonomistleri ısrarla şunu söylüyor: Evinde fırsatı olmayan çocuğa okulöncesi dönemde yapılan yatırım özellikle sözünü ettiğim dezavantajlı çocuklar için 1’e 7 geri dönüş sağlıyor. Üniversite çağında bu oran 1’e 1 bile değil! O nedenle ben ısrarla her ile üniversite açacağınıza her mahalleye “kaliteli” bir okulöncesi eğitim kurumu açın, diyorum.

Çocuğunuz doğduğunda, 0-36 aylık çocuklar için okunacak kitap bulmakta zorlandığınız için eşinizle birlikte bir kitap yazdınız. Elbette siz bu konuda uzmansınız ancak çocuklarının gelişimine böyle yaratıcı ve üretken şekillerde bizzat dahil olmak isteyen ebeveynler, nelere dikkat etmeli ya da hangi alanlarda yapmalı bunu?

Benim eşim Amerikalı; dolayısıyla çocuğumuz iki dilde yetişti. Baktım çocuk doğmadan evde koca bir bebek kitaplığı oluştu. Ben de oğlum Türkçede geri kalmasın diye gittim Türkiye’de bulabildiğim tüm bebek kitaplarını aldım. Ama iş okumaya gelince baktım ki ben fena halde dezavantaj içerisindeyim zira Amerika’da bebek kitaplığı devasa bir sektör ve çok iyi. Maalesef bizde bu sektör yeni ve bizim kitapların durumu içler acısı. Gelişim evrelerinden bihaber metinler, bir bebek için hiçbir karşılığı olmayan görseller… Bu durumdan kendime bir görev çıkarttım ve gelişim psikoloğu şapkamı takarak oturup bir kitap yazdık eşimle.

Bu dediğim 15 yıl evveldi ama arada çok şeyin değişmediğini bu sene gittiğim TÜYAP Fuarı’nda gördüm… O nedenle benim ebeveynlere tavsiyem oturup kendi kitaplarını yazmaları, kendi oyun ve oyuncaklarını tasarlamaları. Bunun ilk adımı da çocuğunuza odaklanmak ve gelişim evreleri hakkında bilgi sahibi olmak. Eğer bu özeni gösterirseniz çocuğunuz size ne istediğini sezdirecektir. Kimi bebek sesleri, kimi renkleri, kimi dokunmayı, kimi de koşup oynamayı sever. Bazısı hepsini sever.

Bu aylarda fazlasıyla üzerinde durduğunuz ekran bağımlılığı konusu; hem çocukların hem de yetişkinlerin hayatlarında nelere mal oluyor sizce? 21’inci yüzyılda ekranlardan bağımsız bir sosyalleşme modeli söz konusu mu dersiniz?

Ekran bağımlılığı bu yüzyılın belası. Ekransız yaşayamıyoruz ama ekranla da yaşamayı bilmiyoruz. Ben de mustaribim bundan. Twitter’a birkaç saat bakmadan duramıyorum… Biz zorlanıyorsak çocuklar haydi haydi zorlanır. Milyarlarca dolarlık bir sektör çocuklarımızı ekrana yapıştırmak için çalışıyor. Ebeveynlerin bu sektörle başa çıkmaları çok zor. O nedenle bir süredir bu konuya kafa yoruyorum.

Bulduğum şeyler kabaca şöyle: Bir kere ekransız bir hayat mümkün değil. Ama arada ekran orucu da fena bir fikir değil. Biz geçen sene tatilde ailece üç hafta fişi çektik. Çok da iyi oldu. İkincisi ekran vaktini planlamak. Kaç yaşta kaç saat olacağına dair çok net öneriler geliştirdi pediatristler, yazdım bunları zaten. Son olarak da ekransız zaman ve mekânlar yaratmak gerekiyor. Mesela salonda ekran yasak. Yemekte ekran yasak. Ama bütün bunlar bir süreç meselesi. Ekran bağımlılığı sorunu artık hep bizimle olacak. Birlikte yaşamayı öğrenmek de bir süreç meselesi.

Ekran bağımlılığı üzerine kaleme aldığınız yazılarda altını çizdiğiniz bir konu daha var: Yasaklamanın çare olmadığı çünkü bilgisayar oyunları gibi çocukları ekrana kilitleyen ürünlerin aynı zamanda çocukların ortak tecrübeler biriktirmelerine vesile olduğu.

Ben biraz da köylü aklıyla ilk çocuğumuz doğduğunda evde televizyon dahil tüm ekranları çöpe atmıştım. Güya çözüm olacaktı ama geri tepti. Oğlum kreşe gider gitmez bizim yıllarca onu evde yalıttığımız her şeye iki haftada ulaştı. Nasıl bizim çocukluğumuzun ortak bileşeni futbol idiyse şimdiki kuşağın ortak bileşeni de ekranlar. Süper kahramanlar, bilgisayar oyunları… O nedenle topyekûn yasaklama bir çare olmadığı gibi çocukları sosyal ortamlardan ayıran bir etkiye de sahip. Zaten ben yasaklamanın herhangi bir insan davranışını söndürdüğünü görmedim hiç.

Çocuk ve ebeveyn ilişkisindeki “kaliteli zaman” pratiğinin altını ne tür aktivitelerle doldurursunuz? Diyalog, sizin için neden üzerine en çok düşülmesi gereken pratik?

#KonuşOynaGez. Bu konuda birkaç yıl evvel bu etiketle bir kampanya başlatmıştım sosyal medya hesaplarımda. Bu üçünü yapın yeter.

Unilever, LEGO ve Sir Ken Robinson’un da katkı sağladığı bir proje üzerinde çalışıyor bir süredir: Real Play Coalition. Şehirlerin giderek güvenlik bakımından gerilemesiyle çocukların daha az dışarıya çıktıkları, sokaklarda daha az oynadıkları gerçeğinden hareket ediyor bu proje. Sizce de çocuk yaratıcılığı ve sokaklarda oyun oynayabilmek arasında doğrudan bir ilişki var mı?

Ben sorun tespiti ve çözüm arayışında sahadan verilerle hareket etmenin şart olduğunu düşünüyorum. Robinson gözlemlerini gelişmiş ekonomilerde yapmış ve oradaki sorunlara çözüm bulmak için yola çıkmış bir uzman. O nedenle önerdiği çözümlerin Türkiye’nin gerçeği ile alakası yok. Elbette çocuk yaratıcılığı ile sokakta oyun oynama arasında pozitif bir bağ var ama bizim halen sokakta olan çocukları okula sokma sorunumuz var. Ortaokul terk sayıları vahim mesela. Türkiye’nin önceliği bu konuda bir proje yapmak olmalı. Bu bir örnek sadece ama sanırım ne dediğimi net bir şekilde özetliyor.

Yazılarınıza yönelik geri bildirimleri en çok kimlerden aldığınızı merak ediyorum. Kurumlardan mı yoksa şahıslardan mı? Bu soruya vereceğiniz yanıt, belki de bizim Türkiye’deki sorunlara yönelik çözüm arayışımızın bir göstergesi olacak. Ev içinde, kişisel hayatımızın sınırlarında belirli revizyonlarla mı yetiniyoruz yoksa çok daha kurumsal ve kalıcı yanıtlar geliştirmeye istekli miyiz?

Hürriyet’teki köşeye çok farklı kesimlerden geri bildirimler geliyor. Bana en çok ebeveynler ve öğretmenlerden geri dönüş oluyor. Kurumsal bazda özellikle özel sektörde üst düzey yöneticilerden de çok fazla mesaj geliyor. Açık söyleyeyim bu geri dönüşler olmasa New York’tan her hafta Türkçe bir köşe yazmak çok zor olurdu benim için. Özellikle sosyal medya üzerinden diyalog hem beni hem okurlarımı ortak bir hayal etrafında buluşturuyor. Bu benim için çok önemli. Bu konudaki tek sıkıntım son zamanlarda gelen mesajlara yetişemiyor olmam. Eskiden neredeyse herkese dönebiliyordum. Ama bu, artık buradaki işimi devam ettirebilmem için mümkün değil.

Türkiye’den uzmanlığınıza ihtiyaç duyan kurum (kamu ve özel) ya da markalardan öneriler, destek talepleri, teklifler alıyor musunuz? Paylaşabileceğiniz projeler var mı aralarında?

Evet, özellikle konuşma davetleri çok oluyor. Türkiye’de yaşamadığım için çok istememe rağmen pek çok yere gidemiyorum. Yine de neredeyse her ay bir etkinlik için Türkiye’deyim. Bu sene Anadolu Grubu, Microsoft, P&G, Sanofi, Sabancı Vakfı dahil pek çok kurumun davetlisi olarak Türkiye’de geniş kesimlerin katıldığı etkinliklerde derdimi anlatma fırsatı buldum.

Somut proje bağlamında da pek çok kurumla işbirliği yapmak istiyorum. Örneğin dünyada bir ilk olan Suriyeli çocuklara bilgisayar oyunu üzerinden beceri kazandıran Umut Projesi’ni Bahçeşehir ve Urfa Eyyubiye Belediyesi ile gerçekleştirdik. Önümüzdeki dönemde üç hayalimi gerçekleştirmek istiyorum. İlk proje her doğan çocuğa bir kitaplık kurmak. Ücretsiz dağıtılacak 0-36 ay için hazırlanmış altı kitabı bitirdim. Hayalim bu seti hastanede doğan çocuklara hediye olarak ücretsiz ulaştırmak. Üzerine çalışıyoruz. Bakalım…

İkinci proje ise 36-66 ay arası çocuklar için. O yaş grubu için bir okula hazırlık seti hazırladım. Piyasada satıldı epey ama alanlar zaten evinde kitaplık olan aileler. Benim derdim yukarıda sözünü ettiğim yüzde 80’e ulaşmak. Onların evinde kitaplığı yok ama kitap alma alışkanlığı da yok. Dolayısıyla o gruba bu seti nasıl parasız dağıtabilirim diye düşünüyorum. Bir formül bulduk bakalım. Çalışıyoruz.

Üçüncü hayalim ise ilkokul boyunca uzun yaz tatilini televizyon başında geçiren çocuklara yönelik bir tatil projesi. Bu konuda da piyasaya bir set çıkarttım. Tükendi ama alanlar yine aynı kesim. Derdimi anladınız. Bu projelerin üçü de ayakları yere basmayan hayal. Üçü de büyük proje. Bakalım…

Exit mobile version