Site icon MediaCat

15 Temmuz sonrası Türkiye algısı

15 Temmuz sonrası Türkiye algısı

Darbe girişiminin ertesi gününde dış basında çıkan başlıklar “Türk halkı demokrasiyi savundu” tadında ifadelerle doluydu ancak The New York Times, The Guardian, The Times, Le Figaro, Wall Street Journal gibi birçok gazete yeni bir endişeye dikkat çekiyordu: Türkiye’de dengeler kökten değişiyor mu? Birçok manşet ve köşe yazısına baktığımızda metinlerdeki ortak vurgu, “Erdoğan’ın Türkiye’si” idi. Türkiye’yi demokratik bir Cumhuriyet’ten söz eder gibi değil, daha çok bir diktatörlükten söz eder gibi anlatıyorlardı. Tam da o günlerde Türkiye’de her kesimden birlik beraberlik mesajları geliyordu. Sağcısı solcusu, laikler-muhafazakârlar, liberaller demokratlar ve siyasi partiler bu birlik ruhuna çağrı yapıyordu. Halkın da desteğini arkasına alan bu çağrının elbette herkes tarafından samimi bulunduğunu söylemek ve beklemek mümkün değil. Çok hızlı gerçekleşen tasfiyeler, tutuklamalar, idam cezasının yeniden gündeme getirilebileceğine dair açıklamalar, akademisyenlerin, gazetecilerin tutuklanması gibi hareketler, sadece dışarıda değil, içeride de pek çok eleştiri aldı.

Bu eleştirilerin özellikle dış basındaki yansıması; “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sınırsız bir güce kavuştuğu ve Türkiye’nin demokrasiden uzak bir belirsizliğe doğru yol aldığı” yönündeydi. Özellikle ABD ve Avrupa’daki birçok önemli yayın, on binlerce kişinin tutuklanmasını “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın intikamı” olarak yorumlarken, idam cezasının yeniden gündeme gelmesini “Türkiye’nin AB’ye girme şansının bitmesi” şeklinde değerlendiriyordu. Birçok kurumdan tutuklamaların yapıldığı Türkiye’de en çok ses getirenlerse akademisyenler ve gazetecilerin gözaltına alınması/tutuklanması oldu. Demokrasi kavramıyla pek bağdaştırılamayan bu tutum, Türkiye’nin düşünce özgürlüğü konusunda özellikle son yıllarda olumsuza doğru dönen Batı’daki bu algısını iyice güçlendirdi. İşin bir de diplomatik ayağı var elbette. Fethullah Gülen’in iadesiyle ilgili ABD’yle ilişkilerin gerilmesi, darbenin ardında ABD’nin olduğuna dair imalar, bazı AB ülkeleriyle girilen polemikler gibi faktörlerin etkisiyle dış ilişkilerdeki gerilimin arttığını izledik. Her ne kadar diplomatik görüşmeler ve açıklamalarla Türkiye’nin ABD ve AB’yle ilişkilerinde yumuşama söz konusu olmuş olsa da Batı’nın gözünde belki de uzun süre değişmeyecek bir Türkiye algısı şekillendi.

MediaCat’in Eylül sayısının kapak dosyasında Türkiye hakkında uluslararası kamuoyunda oluşan-oluşturulmaya çalışılan algının bir çerçevesini çizmeye çalıştık ve Türkiye’nin bu konuda neler yaptığına değinmiştik. Neler yapması gerektiğiyle ilgili de uzmanların görüşlerine kulak verdik. Bu bölümde Türkiye’nin nasıl bir iletişim ve algı yönetimi stratejisi izlemesi gerektiğinden sektörler özelinde gösterilebilecek çabalara ve bütün bu ortamın toplum psikolojisine etkisine kadar birçok konuda uzman isme sorularımızı yönelttik.

“Hızla normalleşmemiz gerekiyor”
Sanem Oktar, Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER) Başkanı

Elbette böyle ortamlarda ekonominin hiçbir şey olmamış gibi normal fonksiyonlarını yerine getirmesi beklenemez. Siyasi ve ekonomik istikrar kalkınmanın temelidir. Bununla birlikte, gerek hükümetin akılcı ekonomi yönetimi gerekse de iş dünyamızın gayret ve fedakârlıkları ile ekonominin bu koşullardan mümkün olduğunca az etkilenmesi sağlandı.
Darbe girişimi sonrasında siyasi yapıda ortaya çıkan uzlaşma ortamının korunması ve Türkiye’nin temel konularını kapsayacak şekilde genişletilmesi ülkemizin normalleşmesi açısından büyük önem taşıyor. Türkiye güçlü ve dinamik, zorlukların üstesinden gelebilecek bir ekonomiye sahiptir. Bu alandaki potansiyellerimizi hayata geçirebilmek için hızla normalleşmemiz gerekiyor. Bunun için hepimize görev düşüyor. Bir yandan, ulusumuzun birlik ve beraberliğine, ülkemizin bütünlüğüne ve demokrasiye karşı yapılmış bu hareketin sorumlularına karşı hukuk sınırları içinde yürütülecek mücadelede Türkiye’nin yanında olacağız, bir yandan da ekonominin çalışmaya devam ettiğini ve güçlü olduğunu tüm dünyaya anlatacağız.

Biz Türkiye Kadın Girişimciler Derneği olarak dünyadaki tüm paydaşlarımıza, küresel siyasi liderlere bir mesaj yollayarak, Türkiye’de yaşananları anlattık ve ekonomik faaliyetlerin normal sürdüğünü vurguladık. İçinde bulunduğumuz bütün ulusal ve küresel ağlarda bunu yapmaya devam edeceğiz. Darbe girişiminden sonra 20 Temmuz’da TBMM’yi ziyaret ederek, 24 – 25 Temmuz tarihlerinde ise diğer kadın dernekleriyle birlikte gazete ilanı vererek tavrımızı net bir şekilde ortaya koyduk.

Ayrıca Türkiye’den iş kadınlarının, öncelikle de üyelerimizin katılımı ile Türkçe, İngilizce, İspanyolca, Almanca, Fransızca ve Arapça olmak üzere 6 dilde video mesajların yer aldığı viral kampanya başlattık. #BelieveTurkey başlığıyla Facebook, Twitter, Instagram, Linkedin ve Youtube hesapları üzerinden yürüttüğümüz bu kampanyaya üyelerimizin yanı sıra diğer sivil toplum kuruluşları da katılıyor. Facebook üzerinden paylaştığımız videolar ile 550 bin kişiye ulaştık. Twitter’da ise #BelieveTurkey hashtagiyle paylaştığımız tweetlerle 482 bin, #Türkiyeyeinanın hashtagiyle paylaştığımız tweetlerle de 232 bin 948 kişiye erişim sağladık. Youtube kanalında da benim İngilizce çağrı yaptığım ve 36 saniye süren video sadece Youtube’dan 4 bin 651 kere ve ortalama 33 saniye izlendi. Video en çok sırasıyla Türkiye, Fransa, İtalya, Almanya ve Yunanistan’dan izlendi.

Tüm dünyada milyonlarca kişiye ulaşarak onlara “Türkiye’nin yatırımcılar için, iş dünyası için, uluslararası organizasyonlar ve turizm için bir çekim noktası olmaya devam ettiği” mesajını vermeyi hedefliyoruz.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Darbe görüntüleri dehşet vericiydi”
Al Ries, Konumlandırma Uzmanı ve Marka Stratejisti

Birçok Amerikalı, bu darbe girişiminin başarılı olamamasından ötürü memnun. Dünyanın en eski demrokrasisinin vatandaşları olarak biz Amerikalılar, silahların değil sandığın yönetiminden yanayız. Askeri güçlerin Türkiye’nin seçilmiş hükümetini devirmeye çalışma görüntüleri neredeyse tüm Amerikalılar’ı dehşete düşürmüştü. Ve bu görüntülerin ardından burada Recep Tayyip Erdoğan ve hükümet için destek oluştu diyebiliriz.

Yine de birçok Amerikalı’nın anlayamadığı nokta şu: Eğer hükümet darbe girişiminin ardındaki kişinin ABD’de yaşayan Fethullah Gülen olduğundan bu kadar eminse bunu kamuoyuna duyurma derdine düşmek yerine diplomatik kanallardan bir iade süreci başlatmalıydı. Şu anda birçok ABD’linin Ortadoğu’daki bazı ülkeler hakkında olumsuz görüşlere sahip olmasının nedeni, bu ülkelerden birçoğunun demokrasi kelimesini bizim anladığımız şekliyle anlamaması.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Türkiye’nin bir reform sürecine girmesi gerekiyor”
Andrew Finkel, Gazeteci – Yazar

Yabancı basındaki Türkiye anlatısı ile Türklerin kendileri hakkındaki kendi anlatılarının birbirinden bu kadar ayrıştığı bir dönem daha hatırlayamıyorum – 1991’deki Körfez Savaşı’nın sonunda bile arada böylesine bir fark yoktu. Basit bir gerçek var o da şu: Türkiye’nin itibarı 15 Temmuz’dan önce hızla bozulmaktaydı. Hükümetin ülkeyi gittikçe otokratikleşen bir yola sürüklediği izlenimi vardı. Aynı zamanda Avrupa, Türkiye’ye kendi bencil merceğinden, Suriyeli mülteci akınına karşı bir tampon bölge oluşturma isteğiyle bakıyordu.

Türklerin anlatısı, halkın demokrasiyi kurtarmak için sokaklara döküldüğü ve bunu yaparken birçok insanın cesurca can verdiği şeklinde. Dış dünya ise Türkiye, ordudan yargıya kadar en temel devlet kurumlarına sızılmasına ve bunların çökertilmesine müsaade ettiği için kendi kendini neden suçlamıyor, bunu soruyordu.

Peki, Türkiye kendi imajını düzeltmek için ne yapabilir? Cevap basit. Türkiye’nin bir reform sürecine girmesi gerekiyor. Ama reformlar hakiki ve ikna edici olmak zorunda. Türkiye kendi propagandasına inanıyor olabilir ama başkalarından buna inanmalarını bekleyemez. Bir yandan ulusal birlik ve beraberlik çağrısı yapıp diğer yandan muhalif gazeteleri kapatamazsınız.Burada başka bir problem daha var. Çoğu insan bunun farkında değildir ama yabancı izleyici ve okuyucuların bir ülke hakkında edindikleri izlenim çoğu zaman o ülkenin kendi medyasından kaynaklanır. The Guardian’ın muhabiri New York Times okur. New York Times’ın Paris muhabiri Le Monde okur. İstanbul’daki yabancı muhabirler de Akit ve diğer birçok gazete gibi, Türkiye’nin sorunlarından dış dünyayı sorumlu tutmakla kalmayıp aynı zamanda bir de yabancı gazetecileri ülkenin itibarını kötü niyetli bir şekilde zedelemekle suçlayan gazeteleri de okurlar. Yani Türkiye’deki ulusal medya, ülke politikaları hakkında rasyonel bir tartışma yürütülmesi konusunda elçilik etmesi gerekirken aslında ülkeye en büyük düşmanlığı yapıyor. Bu konudaki özellikle ayan beyan bir örnek Akşam gazetesinin geçenlerde manşetten duyurduğu, darbe girişimini planlayan Amerikalıların Büyükada’da gizlice buluştukları hakkındaki haberdi. Gazeteye göre darbeciler o kadar utanmazlardı ki toplantıya Scott Peterson isminde, hamile karısını öldürmekten hüküm giymiş bir şahsı da çağırmışlardı. Haber tabii ki absürttü. Scott Peterson hâlâ California’daki bir idam mahkûmu. Öte yandan yine Scott Peterson ismindeki başka bir kişi (kendisi bir gazeteci ve saygıdeğer bir yazar) bir toplantıya katılmıştı ama o toplantı İran hakkındaydı. Akşam’ın “büyük haber”i ABD’de manşet oldu ve yılın en büyük alay konusu olarak görüldü.

Türkiye ve Türk medyası kusuru diğer ülkelerdeki demokrasilerin niteliğinde bulmak konusunda vakit kaybetmiyor – eleştirilerinde çoğu zaman haklı da. Ama bu eleştirileri kendi kusurlarının üzerini örtmek için kullanmamalı. Çok sevdiğim ve yirmi beş senedir yaşadığım bu güzel ülkenin güzel insanları dünyada daha iyi tanınmayı ve daha doğru anlaşılmayı hak ediyor.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Darbe ve terör karmaşasının toplum psikolojisine etkisi”

Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, Beykent Üniversitesi Psikoloji Bölümü

İnsan fizyolojisi ve doğası iki hususa karşı çok kolay zedelenebilir. Bunlardan birincisi açlık, ikincisi ise şiddettir. Açlık durumunda, metabolizmamız bozulur. Hücrelerimiz ölür. Organ ölümü ve beyin ölümü gerçekleşir. Şiddete maruz kalma durumunda ise, kişinin temel aidiyet duygusu ve temel güven hissi kaybolur. İçsel dünyasında karmaşa yaşamaya başlar. Kendine güvenmeyince, en yakınındaki insanlara ve yaşadığı topluma güvenemez. Yaşanmakta olan bu kaosun yarattığı belirsizlik duygusuyla bu tablo daha da alevlenir. Kişiler önlerini göremez, ileriye yönelik plan yapamazlar. Kendi mesleki kariyerlerinde yaratıcılık ve üretkenlikleri bozulur. Yaşadıkları ülkeye güvenemedikleri için başka aidiyet arayışlarına girerler. Başka ülkelere göç etme planları yaparlar. Evlatlarını yabancı ülkelerde okutma planı yaparlar. Ama tüm bu yaşananlar neticesinde gergin, mutsuz hissederler. Kararsızlığı daha koyu yaşayan bireyler için yaşananlar çok daha zor olur. Bu bireyleri gelecek hayat diliminde depresyon, panik bozukluk ve diğer çeşitli ruhsal hastalıklar beklemektedir.

Siyasi belirsizliğin yaratacağı ekonomik belirsizlik sonucunda yaşanacak iş kayıpları ve maddi güçlükler evi geçindirme sorunlarına dönüşerek yazımın ilk başında bahsetmiş olduğum açlık tehdidini güçlendirecektir. Bu boyut eklenince her şey çok daha zorlaşacaktır.

İşte, yaşanan terör olayları ve darbe girişiminin toplum üzerindeki ruhsal etkilerini bu şekilde özetleyebiliriz.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Medyanın eski kutuplaşmış yapısı kırıldı”
Ayşegül Molu, Reklamcılar Derneği Genel Müdürü

15 Temmuz darbe girişimi sosyal, siyasi ve ekonomik boyutlarıyla nesiller boyu tartışılacak kadar önemli bir olgu. Darbe girişiminin halka yönelen boyutu hepimizi korkuttu. Öte yandan bu cüret ve vahşet, bir araya gelmemize de vesile oldu. Bir milli mutabakat hükümeti gerçekleşir gerçekleşmez, bunu bilemem. Ama bir milli mutabakat ruhunun doğduğu bunun da sosyal medyaya da yansıdığı kesin.

Basın 15 Temmuz sonrası birlik beraberlik çağrısında bulunan ilanlarla donandı. ATCW’nun “Biz Milletiz Türkiye’yi Darbeye Teröre Yedirmeyiz” kampanyası oldukça dikkat çekti. Medyanın eski kutuplaşmış yapısı kırıldı, kamu ve özel yayın kuruluşlarında daha çoğulcu, eşit temsile yönelen bir yapı oluştu. Hükümetin OHAL kararının ardından, iç piyasayı canlandıracak bir dizi adım atmaya başlaması da oldukça ümit verici. SGK – vergi borçlarının yapılandırılması, konut kredilerindeki düşüş, inşaat şirketlerinin kampanyalar yapması, kredi kartlarının taksitlendirilmesi gibi adımlar…

Ayrıca Rusya ile yakınlaşma ve turizmdeki kıpırdanmalar, tüm bunlar Türkiye’nin geleceğe olumlu bakması için önemli işaretler. Medya ve reklam yatırımlarında yılsonu itibarıyla belli bir daralma görülebilir. Yaz durgunluğu, bayram suskunluğu ve ardından darbe girişimi yılın ikinci yarısını epeyce sarstı. Ancak yeni normallerle hayata bakmak durumundayız. Daralma olabilir. Duraklama veya büsbütün kesintiye ise, ülke olarak hiç tahammülümüz yok.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Siyasilerin global iletişim konusunda hiç birikimi yok”
Güven Borça, Marka Konseyi Yönetim Kurulu Başkanı

Ekonomi Bakanlığı’nın yapacağı kampanyanın hazırlık aşamasında bizi de çağırıp görüşlerimizi sordular, sağ olsunlar. Elimizden geldiğince destek olmaya çalıştık. Sonuçta içinde hamaset ve Türk’e Türk propagandası olmayan bir kampanya ortaya çıktı. Ancak işimizin çok da kolay olmadığının altını çizmek lazım. Nihayetinde eli yüzü düzgün bir iş olsa da karşımızdaki rakipler öyle güçlü ki bu kadarı yeterli olmayabilir. Olmayacaktır. Türkiye global iletişim işini çok daha ciddi ele almak zorundadır ancak son dönem yaptığım temaslar neticesinde bu konuda fazla umutlu olamıyorum maalesef.

Neden çok umutlu değilim?

  1. Siyasilerin ve bürokratların global iletişim konusunda hiç birikimi yok.
  2. Türkiye’de bu konuda birikimi olan insanlar fazla değil ve bunların çok azı bu çalışmalar içinde yer alıyor.
  3. Yurtdışındaki algı bilimsel olarak ölçülmüyor, yapılan tespitler kişisel gözlem ve yorumlarla sınırlı.
  4. Yurtdışında profesyonelce bir medya takibi yapıldığını zannetmiyorum.
  5. Kamu ve özel kurumlarla sivil toplum örgütleri arasında koordinasyon yok, herkes kafasına göre bir şeyler yapıyor.
  6. Yapılan işlerin bir brief’i, planı ve kılavuzu yok. Sonuçlar da ölçülmüyor haliyle.

Özetle yapılan işler iyi niyetli ve doğru ama Türkiye’nin bu işler için gösterdiği çaba bizim bir kuruyemiş ya da peynir markası için gösterdiğimizden çok da fazla değil. Ülkenin bu işler için anlamlı bir bütçesi yok maalesef. Parayı kimden bulacağız diye garip bir çaba içine giriliyor böyle dönemlerde. TİM, TOBB, tanıtım grupları yoklanıyor. Hakikaten üzücü. Karşımızdakiler de bir gıda şirketi değil, dünyayı yöneten adamlar. BM, Dünya Bankası, IMF, finans kurumları, değerlendirme kuruluşları, medya, Hollywood ellerinde. İstediklerine Olimpiyat, Oscar, Nobel veriyorlar. Bunlara karşı ülkenin tüm beyinleri ve kaynakları el ele vermeli ancak bundan henüz çok çok uzağız.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Bir stratejik iletişim platformu kurulmalı”
Işıl Arıdağ, İDA – İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği Başkanı

Darbe girişimi sonrasında, Türkiye ekonomisini sırtlanan kurum ve markalar, kınamanın ötesinde demokrasinin korunması için cumhurbaşkanımız ve hükümet yetkililerinin milli birlik çağrısına hızla destek vermiş, ulusal ve uluslararası arenada Türkiye’ye güvendiklerini vurgulamıştır. Yatırım ve üretim planlarını hayata geçireceklerini açıklamış; gelecek için umut taşıyan bir iletişim stratejisine imza atmıştır.

Türkiye’de güven ortamının yeniden tesis edilmesi için devletin izleyeceği politikalar kadar önemli görev, siyasete, kamu ve iş dünyasına, sivil toplum kuruluşlarına, akademik çevrelere ve kanaat önderlerine düşmektedir. Yurtdışında Türkiye algısının, Türk insanı ve Türkiye’de yaşayan yabancının algısına göre daha kötü olduğu uzun zamandır konuşulmaktadır. Politikacıların söylem ve eylemlerinden, finans çevrelerinin imza attığı raporlara, sokaktaki insanın görüşlerine kadar geniş bir yelpazede Türkiye hakkında yanlış ve eksik bilgiden, münferit deneyimlerden dolayı oluşan olumsuz algı, son dönemde bölgemizde yaşanan gelişmeler, terör hadiseleri ve darbe girişimi ile derinleşmiştir. Türkiye karşıtları için yeni bir fırsat ortamı doğmuştur. Ülke içindeki iyileştirme politikalarıyla birlikte, uluslararası arenada milli seferberlik ruhuyla iletişimi yönetmek, Türkiye markasının itibarını yansıtmak için büyük önem taşımaktadır.

Krizi yönetmek ve Türkiye markasının itibarını korumak amacıyla, Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü liderliğinde bir stratejik iletişim platformu kurulmalıdır. Araştırmalarla tespit edilmiş içgörüler dikkate alınarak hedef kitleler bazında planlama yapılmalı; Türkiye’nin değerlerini vurgulamak üzere etkili içerik geliştirilmeli; Türkiye’yi temsil edecek sözcüler belirlenmeli; uluslararası kanaat önderlerinden oluşan bir elçilik sistemi kurulmalı; olumlu deneyim ve görüş paylaşılmalıdır. Lobi faaliyetleri, halkla ilişkiler, sektörler ve konular bazında ilişki yönetimi, medya ilişkileri, sosyal medya yönetimi, geleneksel ve dijital reklam, doğrudan pazarlama gibi iletişim disiplinleri holistik bir yaklaşımla hayata geçirilmelidir. İletişim yönetiminde kısa, orta ve uzun vadeli planlar, konjonktüre bağlı olarak dinamik bir anlayışla, ancak kararlılıkla sürdürülmelidir.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Hızlı tüketim harcamasında değişimler gözlemledik”
Fulya Durmuş, Türkiye Araştırmacılar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı GfK Consumer Experiences Genel Müdürü

15 Temmuz gecesi ülkemize yaşatılmaya çalışılan darbe girişimi, toplumumuzu birçok anlamda harekete geçirdi. Demokrasi nöbetine katılanlar arasında yapılan araştırmalar, bu kalkışmanın ülkemizi bölmek ve ele geçirmek amacıyla, Cumhurbaşkanı’na bir girişim olarak algılandığını gösteriyor.

Ortamda yaşanan darbe girişimi, yarattığı şok etkisi ile insanların davranışlarında kısa süreli bir değişikliğe yol açtı. Bir geceliğine de olsa benzin istasyonlarında kuyruklar olması, ATM’lerde paranın tükenmesi, kredi kartlarının çalışmaması gibi olaylar yaşandı. GfK Tüketici Paneli Temmuz verisi bize tüketicilerin darbe girişimi sonrasında stoklama yapabilecekleri kategorilerdeki (ekmek, sigara, bakliyat, makarna, un, pirinç ve bisküvi) satın almalarını artırdıkları görülüyor. Darbe girişimi öncesindeki hafta ile karşılaştırıldığında, girişim sonrası haftada ekmekte yüzde 21, sigarada yüzde 37, bakliyatta yüzde 137, makarnada yüzde 69, unda yüzde 58, pirinçte yüzde 37 ve bisküvilerde yüzde 61 harcama artışı yaşandı. Bu artış, sonraki haftalara da “tehlikenin devam etme olasılığı” mesajının ardından tüketicinin kendini garantiye alma dürtüsü ile devam etti. 10 bin hanenin hızlı tüketim alışverişlerini barkod okuyucuyla düzenli takip ettiğimiz GfK Tüketici Paneli’nde, anlık refleks dışında da toplam hızlı tüketim harcamasında değişimler gözlemledik. Örneğin, 15 Temmuz haftası toplam hızlı tüketim harcaması bir önceki haftaya göre yüzde 17 artmış. Önceki haftanın Ramazan Bayramı olması bu sonuçta etkili, ancak geçen yılki bayram sonrasındaki haftada harcamalarda benzer bir artış olmamıştı. Bu da 15 Temmuz haftası gerçekleşen darbe girişiminin satın almada değişiklik yarattığını bize gösteriyor. Toplam hızlı tüketim ürünleri harcamalarındaki artış, tüm yaş, sosyo ekonomik statü grupları ve bölgelerde görülüyor.

Teknoloji ürünü satışında düşüş

Öte yandan temel ve acil ihtiyaç sınıfına girmeyen tüketici teknolojisi ürünlerindeki büyümeye bakacak olursak; Türkiye’de yaklaşık 8 bin noktadan 400’den fazla kategori ve ürün grubunun satış bilgisini topladığımız teknoloji perakende panellerinin verilerine göre, darbe girişiminden hemen sonraki hafta (18-24 Temmuz 2016) geçen yılın aynı haftasına göre televizyon satışlarında yüzde 23’lük, cep telefonlarında ise yüzde 13’lük bir küçülme görülüyor. Darbe girişiminden hemen sonraki hafta ise darbe girişiminin gerçekleştiği haftaya göre televizyon satışlarında yüzde 10’luk, dizüstü bilgisayarlarda ise yüzde 3’lük bir artış gerçekleşti. Bir diğer dikkat çeken satış artışı ise akıllı telefonlar için powerbanklerde görüldü.

Verilerini paylaşabileceğim bir diğer araştırma GfK Ekonomik Durum, Beklentiler & Tasarruf Eğilimleri Araştırması. Mart 2016 ve Haziran 2016 arasında tüketicilerin tasarruf eğilimlerinde ciddi oranlarda artışlar olduğunu görmüştük. “Harcamalarımı kısıyorum” diyenlerin oranı Mart’ta yüzde 34 iken Haziran’da yüzde 54’e yükseldi. Ağustos’ta gerçekleştirdiğimiz araştırmada ise bu oranın yüzde 62’ye çıktığını görüyoruz.

Yine aynı dönemlerde 15 kategoride harcama beklentilerinde azalma gözleniyor ve önümüzdeki dönem için de tüketiciler özellikle ev dışında yiyecek, içecek harcamalarında azalma olacağını belirtiyor.

Özetle, darbe girişiminin hemen ardından ve tehlikenin devam etme riskinin gündemde olmasından dolayı, hane temel tüketiminde artan kategoriler olsa bile, tüketicinin henüz net öngöremediği huzur ve güvenlik ortamı oluşmadığı sürece tasarruf gündeminde kalacak gibi görünüyor.

Tüketim panelinde takip ettiğimiz hanelerin içinden seçtiğimiz temsili bir kitleye, bazı duygu ve davranışları Temmuz ayının sonunda sorduk. Bu dönemde “gündemi çok yakından takip etme” oranı yüzde 44’te. Kalkışmayı takip eden haftada televizyon satışında da bir yüzde 10’luk artış olduğunu belirtmiştik. Gündemi yakın takip etmeyi tetikleyen her gelişmeye dair bilgiye ulaşma isteği, diğer taraftan ise toplumumuzun olumlu gelişmeler duyma ihtiyacının şekillendirdiği bir süreç… Özellikle duygular ve eylemlerimiz üzerindeki etkileri açısından bu dönemi en çok açıklayan durum aşağıdaki tabloda görüldüğü gibidir.

Dört kişiden biri daha az sokağa çıktığını, benzer bir oran eğlenmek için birşey yapmadığını söylemiştir. Duygularda da kaygılı, gergin hissetme, olağandan daha kolay rahatsız olma ve sinirlenme beş kişiden birinin darbe girişimi sonrası hemen her günkü duygusu olmuştur.

Bu süreçte markalar tüketicinin tutum ve davranışlarında bir değişim olup olmadığını öğrenmek, harcama alışkanlıklarında olası değişimi anlamak için taleplerde bulundular. Darbe girişimi sonrası bu bir aylık süreci bir geçiş süreci olarak değerlendirmekte fayda var. Çünkü bir gecede yaşanan endişe tüketim davranışlarında kategorilere bağlı olarak kısa dönemli iniş-çıkışlara yol açtı. Bu dönemde medya izleme davranışlarında önemli değişiklikler oldu. Tüm toplum darbe ile ilgili haber ve gelişmelere kitlendi. Eylül ayı içinde de uzun bir bayram tatili olacak. Bu tatil sonrasında tüketici değerlendirme ve davranışlarının biraz daha normal trendine döneceğini ve trend takip etme açısından daha sağlıklı sonuçlar vereceğini düşünüyoruz.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Dağınık bir iletişim yürütülüyor”
Gonca Karakaş, TÜHİD Başkanı

Şunu belirterek başlamak lazım; son bir ayda Türkiye’de yaşananlar ortalama bir Batı Avrupa ülkesinde yaşanmış olsa bunun altından kalkılması yıllar alabilirdi. Oysa Türkiye, daha üzerinden bir ay geçmesine rağmen önemli oranda krizi aşabildiğini ortaya koydu. Tabii bu noktada gerek kamu yönetimi gerek markalar gerekse sivil toplum örgütlerinin üstlendiği rollerin öneminin altını çizmek lazım. Ancak her ne kadar birbirinden bağımsız olmasa da temel meselemiz markaların normalleşmesinden ziyade Türkiye’nin normalleşmesi. Bu noktada markalardan çok devlete, hükümete görevler düşüyor. Hızla güven ortamının daha güçlü inşasının sağlanması lazım. Bu güvenin inşasının sağlanması; iş dünyasının da üretime, ihracata, yatırıma odaklanmasını sağlayacak ve Türkiye ancak bu adımlarla normalleşmeyi sağlayacaktır. Elbette içeride normalleşmenin sağlanmasıyla, uluslararası ilişkilerde ve Türkiye’nin imajında da normalleşmenin sağlanması için adımlar atılması lazım.

Son 10 yıldır itibarı her geçen gün güçlenen ve yıldızı parlayan Türkiye, yabancı basının Türkiye’ye ilişkin çok yanlı, olumsuz haber ve yorumlarına maruz kaldı. 15 Temmuz’da Türkiye’yi hedef alan darbe girişiminin aynı zamanda ülkenin itibarını da hedef aldığını biliyoruz. Bu noktada Türkiye’nin öncelikle dezenformasyonun önünü kesecek bir iletişim kampanyasını etraflıca programlayıp yaşama geçirmesi lazım. Demokrasi ve istikrarlı ekonomik-politik ortam vurgusunun güçlü yapıldığı bir iletişim stratejisi izlenmesi gerekir. Bu noktada baktığımızda kamu-özel birçok koldan iletişim ve lobi çalışmaları yapıldığını ancak iletişimin bütünsel bir yaklaşımla birbirini besleyen bir anlayışla sürdürülmesi gerekirken, dağınıklık içerisinde yürütüldüğünü görüyoruz. Doğru, etkin ve sonuç alacak bir iletişim stratejisiyle devlet ve STK’ların birbirini besleyen ve her birinin kendi muhataplarını dahil ederek bir iletişim, lobi çalışmasını zaman kaybetmeden hayata geçirmesi önemli. Yine uluslararası basın yayın organlarının, düşünce kuruluşlarının ve siyasilerinin oluşmuş önyargılarını kıracak ve içerde verilen haklı ve doğru mücadelenin, demokrasiyi korumak ve güçlendirmek adına olduğunun etkin bir şekilde anlatılabilmesi lazım.

Bu süreçte uluslararası şirketlerin CEO’larının Türkiye’deki fırsatları, dostluklarını, yaşadıkları olumlu gelişmeleri anlatacak olması; yurtdışındaki sermaye gruplarının, siyasilerin, STK’ların ve gazetecilerin Türkiye’ye davet edilerek, “Buyurun gelişmeleri kendi gözlerinizle görün” denmesi çok olumlu adımlar. Bu iletişim, lobi çalışmaları yapılırken Türkiye’nin içerde demokrasi ve evrensel hukuk kurallarını önceleyen bir süreci yürütmesi çok önemli. Tabii itibar kısa sürede kaybedilebilen ancak yeniden kazanılması uzun süre alan bir konu. Bu anlamda kısa süreli değil uzun süreli bir iletişim ve lobi çalışmasının zorunluluğunun altını çizmek isterim.

İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.

“Algıyı değiştirmek için dolarlar saçmak yeterli değil”
Cenk Sidar, Sidar Global Advisors Kurucu Direktörü

Türkiye’nin Batı’daki algısı hiçbir zaman çok pozitif olmadı ancak darbe girişiminden bu yana geçen döneme baktığımızda son derece negatif bir tabloyla karşılaşıyoruz. Politik ve ekonomik açıdan bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence bu saptama çok doğru değil. Türkiye’nin Batıdaki algısının yakın zamanda oldukça güçlü olduğu dönemler oldu. Özellikle 2001-2013 yıllarında Türkiye’nin Batıdaki algısı kuvvetliydi. Türkiye’nin sanat, spor, bilim, edebiyat alanlarındaki başarıları, demokrasinin gelişme emareleri göstermesi, özgürlük alanlarının genişlemesi ve ekonomik kriz sonrası yaşanan hızlı büyüme süreci Türkiye’nin Batıdaki algısını güçlendirdi. Çünkü aynı dönemde dünya bir finansal krizle karşılaşıyor, Orta Doğu devrimlerle sarsılırken Türkiye’de işler oldukça olumlu gidiyordu. 2013 sonrası özellikle Gezi direnişi sonrasında izlenilen politikalar bu algının değişmeye başlamasına neden oldu. Algı çoğu durumda gerçekliğin bir yansımasıdır. Batı’da Türkiye algısının bozulmaya başlamasının nedeni
Türkiye’de siyaset ve ekonomide işlerin bozulmaya başlamasıyla paraleldir. 2013 sonrası Türkiye dünya gündeminde yolsuzluklar, hukuksuzluk, gazeteci tutuklamaları, otoriterleşen siyaset, dış politika krizleri, terör saldırıları ve en son olarak darbe ile yer aldı. Darbe sonrası kullanılan retorik ve Batı karşıtı söylem de Batı’daki olumsuz algıyı iyice güçlendirdi. Burada bir fasit daire var ve bunun içinden bir türlü çıkılamıyor.

Dış basında Türkiye hakkında çıkan haberleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce ciddi bir önyargı söz konusu mu yoksa dışarıdan görünen tablo gerçekten de bu mu?

Ben Türkiye Cumhuriyeti’ne ve ülkeyi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına karşı küresel bir önyargının olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Batı’nın her zaman kendi çıkarı için başarılı ve kuvvetli bir Türkiye modeline ihtiyacı var. Bu yüzden aslında ekonomide ciddi sıkıntılar yaşanılırken bile Financial Times ve Wall Street Journal gibi önemli yayın organları Türkiye’yi gelişmekte olan piyasaların yıldızı olarak gösterme hatalarını yaptılar. O dönemde bile Türkiye ekonomisinin çok yapısal sorunları vardı. Birçok küresel ekonomist bu durumu görmezden geldi. Economist dergisi 2011 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı oldukça olumlu bir şekilde kapak yaptı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ülke tarihinin en başarısız bakanı olmasına rağmen Foreign Policy dergisi tarafından “Türkiye’nin Kissinger’i” gibi ifadelerle tanımlandı, dünyada ilk 100 düşünür arasında gösterildi. Batı’nın Türkiye’ye yahut Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı bir önyargı içerisinde olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Tam tersine çoğu dönemde hak ettiğinden fazla kredi aldı ve Batı’dan aldığı bu kredi kendine olan temelsiz güveninin de kuvvetlenmesine neden oldu.

Bu olumsuz algıyı değiştirmek adına çeşitli çalışmalar duyuyoruz. Ancak bu tarz kampanyalar algıyı değiştirmek için yeterli mi? Sizce bu algının değişmesi için hangi somut adımlar atılmalı?

Olumsuz algıyı değiştirmek için dolarlar saçmak, birilerini zengin etmek yeterli değil. Washington ve Brüksel gibi başkentlerde birçok fırsatçı PR ve danışmanlık şirketi vardır. Algı değiştirmek için ülkede demokrasiyi tekrar tesis etmeniz, hukuku, insan haklarını, özgürlükleri ve meritokrasiyi ana unsur kılmanız gerekir. Bunları gerçekleştirerek hem vatandaşınıza hak ettiği bir idareyi sağlamış olursunuz, hem de dünya devletlerinin saygısını kazanırsınız. Ukrayna’nın da, Suriye’nin de, Suudi Arabistan’ın da paralar saçtığı PR şirketleri var. Ne kadar etkililer? Otobüs üzerine reklam vererek ülkeye turist çekmek, içinde yaşadığımız iletişim çağında artık mümkün değil. Çünkü izlediğiniz yanlış politika ülkeyi IŞİD’in cirit attığı bir ülke haline getirdiyse ve sadece son aylarda birçok saldırı gerçekleşmiş ve ülkenizde yüzlerce insan can vermişse size turist gelmez. Turist güvenli bulduğu ülkelere seyahatini yapar. Özellikle darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hal, Batı’ya karşı takınılan düşmanca tutum ve keyfi tutuklamalar bu algının uzun süre daha değişmeyeceğine işaret ediyor. Umarım bu konuda yanılırım ama ortaya çıkan mevcut uzlaşma zemininin ülkede demokratikleşme ve özgürlüklerin genişlemesi sürecine yol açacağına inanmak şu aşamada güç.

Exit mobile version