Gecenin çoğu, ölümün ikiz kardeşiymiş uyku tanrısı Hypnos. Göçüp giden ruhların yeniden doğmak üzere dünyada bıraktığı hatıraları unutmak için ziyaret ettiği Lethe Nehri’nin kıyısındaki mağarasında yaşarmış. Homeros’un M.Ö. 7’nci veya 8’inci yüzyılda yazdığı tahmin edilen İlyada destanında rivayet edilir ki ses ve ışığın içeri giremediği derin bir karanlıkta yetiştirdiği sakinleştirici bitkilerle sessiz sedasız yaşayan huzurlu uykuların tanrısı, aslında öylesine güçlü bir yeteneğe sahipmiş ki, Zeus’u uyutarak 10 yıl süren bir savaşın, Truva Savaşı’nın seyrini değiştirmiş.
Efsane odur ki, Truvalı Paris’in Sparta Kralı Menelaos’un eşi Helen’i kendisine âşık etmesi ve Helen’in Paris ile birlikte olmak için Menelaos’u terk etmesi üzerine Yunanlara Truva kuşatması başlar. Tanrılar Tanrısı Zeus Kaz Dağları’nın doruklarında, savaşın adil bir şekilde sürmesi için adeta gözlerini kırpmadan olanı biteni izlerken Yunanlara karşı üstünlük kazanan Truvalılar düşman askerlerini şehirden sürmeye başlamıştır bile. İşte o zaman Yunanlılarn yardım etmek isteyen Hera ilk kez yardım ister Hypnos’tan. Zeus’un gazabını göze alamayan Hypnos, Zeus’u tatlı bir uykuyla uyutması karşılığında altın tahtını kendisine teklif eden Hera’yı ilk başta reddetse de Hypnos’un üç güzellerden biri olan Pasithea’ya duyduğu aşkın farkında olan Hera pes etmez ve bu sefer, uyku tanrısına Pasithea’nın aşkını vaat eder, sonuçta istediği desteği bulur. Zeus Hypnos’un etkisiyle derin, tatlı bir uykuya dalarken savaşın seyri Yunanları destekleyen tanrıların yardımıyla değişmiştir artık.
Bilimden ve bugün sahip olduğu pek çok bilgiden mahrum kaldığı zamanlarda kendisi ve çevresindeki olayları anlamlandırmak için yarattığı hikâyelerde uyku ve ölüm arasında -Hypnos ile ölüm tanrısı Thanatos arasında- kardeşlik bağı kuran insanoğlunun uykuyu tanrılar tanrısı Zeus’un dahi gücünü aşacak kadar güçlü bir mertebeye koyduğu aşikâr.
Antik Yunan’da olduğu gibi, Eski Mısır ve Çin medeniyetlerinde de uykunun yüzyıllar boyunca dini ve mistik bir bakış açısıyla ele alındığı söylenir. Bugün Mısır tıbbıyla ilgili edindiğimiz tüm bilgilere kaynaklık eden papirüslerde uyku hastalıklarına ve rüya yorumlarına yer verilmesi ve medeniyetin günümüze miras bıraktığı uyku tapınakları göz önünde bulundurulduğunda, uykunun Eski Mısır medeniyetinin manevi yaşamında önemsenen bir olgu olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Çeşitli rüya yorumlarının yer aldığı M.Ö. 1200 tarihli Chester Beatty Papirüsü ile haşhaş tohumu, itüzümü bitkisi ve alkolün uyku ile ilgili hastalıklara şifa verdiğini kaydeden Edwin-Smith Papirüsü (M.Ö. 16’ncı yüzyıl) ve Ebers Papirüsü (M.Ö. 1550) Eski Mısır tıbbına dair bilgileri günümüze miras olarak taşıyan en eski yazmalardan.
Eski Mısır tarihinde uyku ile ilgili hastalıktan mustarip olanların tedavi gördüğü özel bir hastane niteliği taşıyan uyku tapınaklarında yaygın tedavi yöntemleri arasında ışıksız bir odada okunan ilahiler, hipnoz, rüya analizleri, meditasyon, oruç, banyolar ile koruyucu tanrılara ve diğer ruhlara sunulan kurbanlar bulunuyordu.
Uyku sorunu yaşayanlar tapınaklarda gerekli ritüelleri gerçekleştirdikten sonra uykuya dalar, uyandığıklarında rüyalarını rahiplere yorumlatıp tanrılardan verilmiş mesajlar ararlardı. Uyku ve rüya esnasında başka âlemlerin kapılarının açıldığına ve ruhlarla iletişim kurulduğuna inanılırdı.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Berna Arda ile doktora öğrencisi Banu Gökçay tarafından kaleme alınan Tıp Tarihi Açısından Uyku ve Uyku Araştırmaları başlıklı makalede 2000 yıldan daha uzun bir süre Çin tıbbının ana kaynağı olmuş bir eser olan Huangdi Neijing, namı diğer Sarı İmparator’un (Huangdi) Gizli Kitabı’ndan bahsediliyor. Anlatılanlara göre, karşıt kutupları ve bu kutupların birbiriyle olabilecek her türlü ilişkisini ortaya koyan ying-yang teorisinin bahsinin geçtiği kitapta uyku, vücutta ying ve yang dengesinin sağlanabilmesi için önemli görülüyor. Yazarlar Descartes ile birlikte “Bir bilgiye kanaate varabilmek için şüphe etme” anlayışından doğan metodik şüphenin ön plana geçtiği 17’nci yüzyıla kadar uykunun dini ve mistik inanışların etkisi altında olduğunu söylüyor.
Uykunun felsefesi
17’nci yüzyılda Descartes’ın uyku ve uyanıklık halinin nasıl ayırt edileceği üzerine geliştirdiği rüya şüpheciliği ile dini ve mistik inanışlardan sıyrılmaya başlayan uyku, toplumsal hayatta ifade ettiği değeri de kaybetmeye başlıyor. Modern Sanat ve Teori Profesörü Jonathan Crary’nin “7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu” kitabında ifade ettiği üzere, bu dönemde uykunun zamanın üretkenlik ve rasyonalite nosyonlarıyla bağdaşmadığı düşüncesini benimseyen Descartes, Hume, Locke gibi filozoflar uykuyu, zihnin işleyişi ve bilgi arayışıyla pek alakalı olmadığı gerekçesiyle küçümsemeye başladı. Yazar Locke için uykunun, tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin, kaçınılmaz da olsa acınası bir kesintiye uğrayışı olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Hume’un İnsan Doğası Üzerine Bir İncelemesinin daha ilk paragrafında, bilgi önündeki engellere örnek olarak humma ve delilikle aynı kefeye konur.”
Uykuların sonu
İnternetin gelişimi ve yeni bir çağ başlatır nitelikteki pek çok teknolojinin hayatımıza hızla girmesi zaman ve mekândaki sınırları ortadan kaldırdı. Dünyayla olan bağlantımızı 7/24 koparamadığımız bu çağda, 17’nci yüzyılda başlayan uykuyla bağımızın yabancılaşma hikâyesi de gelişti… Öyle ki, göç sırasında yedi gün boyunca uyanık kalabilen beyaz taçlı serçeler gibi insanların da uzun süre uykuya ihtiyaç duymadan üretken ve verimli bir şekilde iş yapabilmenin yollarını keşfetmeye çalıştıkları bir döneme kadar uzandı, hâlâ da devam ediyor… Crary, ABD Savunma Bakanlığı tarafından uykusuz askerler yaratabilmek için başlatılan bu araştırmanın kaçınılmaz biçimde geniş bir toplumsal çerçeveye yayılarak uykusuz işçi ve uykusuz tüketici yaratımının da öncüsü olacağını ileri sürüyor. Bir Rus/Avrupa uzay konsorsiyumunun,1990’ların sonlarında duyurduğu güneş ışığını dünyaya geri yansıtacak uydular yapıp yörüngeye oturtma planlarını bir başka çarpıcı örnek olarak gözler önüne seriyor. “Gece boyunca gün ışığı” sloganını taşıyan proje, Sibirya’da ve Rusya’nın batısında uzun kutup geceleri yaşanan alanlarda, dış mekânlarda 24 saat boyunca çalışmayı mümkün kılacak bir aydınlık yaratılmasını amaçlıyordu. Yazar, gece ve gündüzün düzenli olarak birbiri ardına gelmemesi sonucunu doğuracak olan projenin, uyku dahil çeşitli metabolizma düzenlerini sekteye uğratacağı endişesiyle pek çok çevre aktivisti ve bilim insanı tarafından tepkiyle karşılandığını anlatıyor.
Bu ve benzeri projeler henüz hayata geçirilmemiş olsa da Crary’nin ifadesiyle insan hayatının ritmik ve periyodik dokularıyla olan bağını reddeden 7/24 söylemi, bugün çevremizde gördüğümüz tabelalarla, ekranlarımızda gördüğümüz reklamlarla daha naif şekillerde hayatımıza sirayet ediyor.
İlk bakışta insanlığa daimi fayda vaadi taşıyor izlenimi verse de yaşamın bizzat kendisini çalışmaya ve tüketime indirgeyen 7/24 sistemi içerisinde elde edebildiğimiz kısıtlı dinlenme zamanını -televizyon, bilgisayar, internet gibi elektronik medya araçlarına ulaşımın daha kolay hale gelmesiyle de ilintili olarak- eğitim, eğlence, iletişim gibi amaçlarla harcar hale geldik. Yorgunlukla, dalgınlık ve unutkanlıkla, depresyonla kıran kırana mücadele verdiğimiz şu günlerde belki de bizim de tıpkı Crary gibi uykuyu çağdaş kapitalizmin açgözlülüğüne yönelik bir aşağılama olarak görüp yeniden kutsama zamanı gelmiştir.