Bildiğimiz dünyanın sonu geldi ve bana göre hava hoş diyordu eski bir REM parçası*. Depremler, tufanlar, siyasi skandallar, kafa karıştıran enformasyon ağları, gergin geçen kültürel karşılaşmalar ve çoğu modern hayata özgü benzeri olay dünyanın sonuna işaret ediyordu şarkıya göre. Bu sözleri haykıran Michael Stipe yalnız değildi, ahir zamanlara işaret eden ilk kişi de değildi. Mahşer günü inanışını yaşatan semavi dinleri bir kenara bırakırsak, hızlı yaşanan jeopolitik ve teknolojik gelişmeler karşısında seküler dünya da kıyamete, insanlığın ya da medeniyetin sonuna dair anlatılara fazlasıyla hürmet etti bugüne dek. Edebiyatla, sinemayla, medyayla, son olarak da bilimle yaptı bunu. İçinde bulunduğumuz zamanların farkıysa, kıyamete yönelik duygusal hatta finansal yatırımların yoğunluğunu artırması.
Polikrizler karşısında 21’inci yüzyıl insanı
Zamanın ruhuna dair birkaç veriyle başlayalım. 2021 tarihinde Lancet Planetary Health dergisinde yayımlanan ve 16-25 yaş arası gençlerle yapılan global bir araştırma, katılımcıların yüzde 56’sının “İnsanlık mahvoldu” önermesine katıldığını, yüzde 45’inin iklim krizi temelli kaygı ve stresi gündelik hayatlarında hissettiklerini ortaya koymuştu. 2020 yılında YouGov’un ABD’de gerçekleştirdiği bir ankete göreyse her 3 Amerikalıdan 1’i kıyametin kendi yaşamlarında gerçekleşeceğine inanıyordu. Pandemi, iklim krizi, nükleer savaş, mahşer günü, zombi ya da uzaylı istilası nedeniyle olacaktı bu kıyametler. Dönemimiz, bir süredir Kıyamet Jenerasyonu, Parıltılı Öfke, Korku Toplumu ya da Yıkım Kültürü gibi isimlerle anılıyor. Atom Bilimcileri Bülteni’nin 1947’den beri muhafaza ettiği sembolik saat olan Kıyamet Saati’nin kolları, Ocak 2023 itibarıyla ilk kez gece yarısına 90 saniyemizin kaldığını gösteriyor.
21’inci yüzyıl insanı için bu haletiruhiye nedensiz ya da temelsiz sayılmaz, özellikle moda kavramlarımızdan birinin polikrizler olduğu düşünüldüğünde. Tarihçi Adam Tooze’ın 2022 sonlarında Financial Times için kaleme aldığı “Welcome to the World of Polycrisis” makalesiyle popülerleşen, 2023 yılında Dünya Ekonomik Forumu’nda yayımlanan Global Riskler Raporu’nun ardından kamusal ve özel gündemlerde öne çıkan başlıklardan birine dönüşen polikriz; hastalıklar, savaşlar, anormal mevsim olayları, enerji kıtlığı, enflasyon, otoriterleşme, biyolojik tehditler, yapay zekâ temelli belirsizlikler başta olmak üzere ilk kez aynı anda yaşanan birçok şoka ve bu risklerin yönetimi karşısında dirençsiz, sistemsiz ve iradesiz kalınan bir tarihsel döneme işaret ediyor. ABD eski Hazine Bakanı ve Harvard Üniversitesi eski Rektörü Lawrence Summers’ın “son 40 yılın en kompleks dönemi” olarak tanımladığı yıllardayız. Kapsayıcı ve bütünsel bir kurtuluş senaryosu ise -en azından şimdilik- resimde görünmüyor.
100 yıllık bir kıyamet tarihi
NY Times’taki “100-Year Extinction Panic is Back, Right on Schedule” makalesiyle son yüzyılın yok oluş fantezilerini inceleyen çevre bilimci Tyler Austin Harper’a göre, Birinci Dünya Savaşı’nın bitimini takip eden 1920’lerde de benzer bir buhran sözkonusuydu. İkinci bir savaş korkusu, “ırksal saflığın” yitirildiği inancı, otomasyona hızla uyum sağlayan istihdam pazarında artan işsizlikler ve ekonomik kara bulutlar kıyametin yakın olduğuna ikna etmişti toplumun bir bölümünü. Kıyamet kopmadı. Sonrasında 2. Dünya Savaşı geldi ve bu kez “bilim adamları” devraldı tarihin ve tarihin sonunun dümenini. New Mexico çölündeki ilk atom bombası denemesinin atmosferde zincirleme bir tepkiye yol açabileceği ve tüm dünyayı yok edebileceği endişesi 1945 yılına hâkim oldu. Dünya yok olmadı. Ne bahsi geçen yılda ne de Hiroshima ve Nagazaki’ye atılan bombaların ardından geçen yaklaşık 80 yılda topyekûn yıkımla sonuçlanan nükleer bir savaş gerçekleşti.
Tarih, sürekli gelmekte olan ancak asla varamayan kıyamet fantezileriyle dolu olsa da endişeler ferman dinlemiyor ve zihin ikna olmuyor. NY Times, Wall Street Journal ve Washington Post’ta 1980-2023 yılları arasında kıyamet kavramının kullanıldığı makalelere yönelik kapsamlı bir analize göre, nükleer başta olmak üzere yok oluş kaygılarımız sebep ve biçim değiştirerek devam ediyor. Araştırmaya göre, Soğuk Savaş’ın sürdüğü 80’li yıllara damga vuran kıyamet endişesi sırasıyla nükleer, iklim değişimi ve hastalık gibi felaketlerle şekilleniyordu. 90’larda sıralama iklim krizi, hastalıklar ve nükleer şeklinde ilerledi, yapay zekâ temelli panikler de yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. 2000’lerin ilk 10 yılında iklim odaklı endişeler açık ara öne çıktı. Trend, 2010’larda da devam etti. 2020-2023 arasındaysa, Covid-19 etkisiyle hastalıklar başı çekmeye başladı. Yapay zekâ ise yükselmeye devam etti. Araştırmanın zaman aralığına dahil olmasa da son iki yıldır yapay zekâ odaklı endişelerin giderek yaygınlaştığına tanık oluyoruz.
Gerçekçi riskler vs. yaygaracı panikler
Center for AI Safety geçtiğimiz yıl yayımladığı bir bildiride yapay zekâ kaynaklı varoluşsal risklerle mücadelenin, küresel bir öncelik olması yönünde çağrıda bulunmuştu. Merkezin endişelerini şekillendiren dört ana sebep öne çıkıyordu: ilaç keşiflerinde kullanılan yapay zekânın kimyasal silah üretiminde de kullanılabileceği; yapay zekâ tarafından üretilen yalan haberler ve dezenformasyonun toplumdaki kutuplaşmayı artırırken kolektif karar verme iradesini zedeleyebileceği; teknoloji gücü daha az insanın elinde yoğunlaşırken, gelir adaletsizliğiyle baskı ve denetim mekanizmalarının yaygınlaşabileceği ve WALL-E filminin senaryosuna benzer bir şekilde, insanların iletişim kurmaktan yemek yemeye kadar her türlü eyleminde yapay zekâya bağımlı hale gelebilecekleri. Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken gerçek riskler. Tartışmayı sağduyulu bir kriz yönetiminden yaygara ve paniğe dönüştürenler de var. Geçtiğimiz ocak ayında tepki çeken bir anket yayımlayan AI Impacts projesi gibi. Yapay zekâya yönelik akademik kuruluşlarda ve yayınlarda çalışmalar yapan üst düzey 2 bin 778 araştırmacının katıldığı ankette, yapay zekânın yüzde 5’lik bir ihtimalle yüzyıl bitimine kadar insanlığı tamamen ortadan kaldıracağı iddia edilmişti.
AI Impacts, Silikon Vadisi teknolojistlerinin de yakından takipçisi olduğu etkili diğerkâmlık felsefesinin merkez üslerinden Open Philanthropy Vakfı tarafından finanse edilen bir proje. Bu noktada, böylesi korku iklimlerinin elitler tarafından dolaşıma sokulduğunu belirtenlere kulak vermek de faydalı olabilir, medya teorisyeni Douglas Rushkoff ve yukarıda adı geçen Tyler Austin Harper gibi. Her iki düşünce insanı da kendi lehlerine olan mevcut güç dengelerinin sarsılmaması için, elitlerin varoluşsal risk tartışmalarına aktif olarak katıldığını ve bu tartışmaların ufkunu şekillendirdiğini savunuyor. Kimi zaman korkuyla ikna ederek kimi zaman da yeni endüstriler yaratarak.
Teknolojik kahramanlarımız
Her riskin, içinde bulunduğu döneme özgü çözüm önerileri gerektirdiği bir gerçek. Bugünün risklerini aşacak çözüm önerileri için de teknolojiye ve teknoloji elitlerine başvurduğumuz bir diğer gerçek. (Pazarlama profesörü Scott Galloway, ahlaki, ekonomik ve fiziksel kuralları yok saymasına rağmen Silikon Vadisi’ne verdiğimiz sınırsız desteğin ardında, arkaik bir içgüdü olduğunu söyler. Bir zamanlar hızlı çözümler için tanrılara, metafiziğe ya da büyüye inanırdık. 21’inci yüzyıldaysa bu araçlara en çok benzeyen silahımız teknoloji.) Bugünlerde, kolektif kaslarımızı geliştirmektense kurtuluş misyonunu mühendislik ve tasarım becerilerine ikna olduğumuz özel taşeronlara emanet etmeye daha yatkın gibiyiz. Bu da insanlığı çok aktörlü kamusal tartışmalar yürütmekten, riskler, avantajlar, kayıp ve kazanımlar konusunda etkili ölçümleme araçları ve bağlamlar geliştirmekten ve ortak altyapılar ve sistemler inşa etmekten alıkoyuyor. Böyle durumlarda da iklim kriziyle dünya yaşanamaz hale geldiğinde Elon Musk’ın galaktik hayaline ortak olmak; medeniyet yok olduğunda Mark Zuckerberg’le metaverse’te yenisini inşa etmek ya da global pandemilerden kaçınmak için Peter Thiel’le birlikte Yeni Zelanda’nın özel adalarında dirençli yaşam alanları inşa etmek iyi birer fikir gibi algılanabiliyor. Ve kazanan hep elitler oluyor.
Tyler Austin Harper, New York Times makalesinde Taştan Tanrılar romanından bir söze yer veriyor: “Tarih, intihar notumuz değil, hayatta kalma başarımızın kaydıdır.” Bu sözleri unutmamakta fayda var.
*Şarkıda geçen “Bana göre hava hoş” sözleri bir duyarsızlığın değil, insanlığın yaratıcı becerileriyle mücadeleye devam edeceğine ve yok oluşa teslim olmayacağına yönelik inancın ürünü.