Site icon MediaCat

Brand Week Istanbul’da ikinci gün sona erdi

Brand Week Istanbul’da ikinci gün geride kaldı. Etkinlikte, “Brand New World” teması altında teknoloji, kültür, sağlık, ekonomi ve iş yapış modelleri yepyeni bir anlam haritası üzerinde, baştan tanımlanıyor.

Bu yıl 13’üncüsü düzenlenen yılın en ilham verici haftası Brand Week Istanbul, Master of Ceremony Yekta Kopan’ın açılış konuşmasıyla başladı.

Kurumlar, markalar ve toplum cesareti, örgütlenmeyi seçmeli

Brand Week İstanbul’un ikinci gününde Inspiration Hall sahnesinde gazeteciler Timur Soykan, Murat Ağırel, Şule Aydın, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’dan oluşan Onlar ekibi bir araya geldi. Marka kavramını sadece ticari bir varlık olarak değil; toplumsal, kültürel ve demokratik bir sorumluluk bağlamında ele alan panel oturumu katılımcılara cesaret, hakikat, kurumların çürümesi, güç dinamikleri ve gazeteciliğin toplumsal rolü üzerine anlamlı bir perspektif sundu.

Şule Aydın konuşmasına değişim ve cesaret vurgusuyla başladı: “Değişime ihtiyaç var, cesarete ihtiyaç var. Ama bunların olması için memleketin yerinde kalması gerekir.” Aydın, kurumlardaki yozlaşmaya örnekler vererek finans dünyasından rüşvet pratiklerini, gazetecilerin maruz kaldığı baskı ve hapis cezalarını da dile getirdi. “Hakikati söyledikleri için cezaevinde yatan arkadaşlarımız var” diyerek medya üzerindeki baskıya dikkat çekti ve bunun toplum için utanç kaynağı olduğunu belirtti.

Timur Soykan, marka ve sermayenin toplumsal kimlik üzerindeki etkisini BDDK Başkan yardımcısı Mustafa Aydın’ın tartışmaya taşıdı. Büyük finans kuruluşlarının davranışlarını marka kimliği açısından değerlendiren Soykan, “Marka olmak orada tavrı gösterebilmektir; oraya gidip o takıyı takmamak demektir — bu rüşvete hayır demektir” diyerek markaların etik duruşunun önemine vurgu yaptı. Soykan, gazetecilik yüzünden açılan davalara maruz kaldığını ve adalet tartışmalarını örnekleyerek; “Bize dava açtılar, onlar dosyalarını tamamlamadı bile. Biz yargılanıyoruz” ifadelerini kullandı.

Murat Ağırel ise konuşmasında sağlık sistemindeki yolsuzluk iddialarına dikkat çekti. Kanser ilaçlarının tedarik sürecinde yaşanan usulsüzlükleri anlatarak, Bangladeş’teki merdiven altı bir firmadan 50 euro’ya alınan ilacın, siyasi bağlantılarla 3 bin 750 euro’ya devlet listesine sokulmak istendiğini söyledi. Buna karşı çıkan dürüst bir memurun baskı sonucu istifa ettirildiğini, kendisinin de bu haberi yaptığı için yargılandığını belirtti. Ağırel, “O ilaçlar alınmadı ama aynı girişimler yeniden deneniyor” diyerek sistemdeki çürümenin devam ettiğini vurguladı.

“Türkiye’de bütün güçler yer değişitirir, tıpkı yer değiştiren gerçekler gibi…”

Kendi yargı süreçlerinden örnek vererek güçlülerin koltuklarının kalıcı olmadığını; gerçeği yazmanın ve göstermek istemenin ise bu dinamikleri sarsabileceğini söyledi. Terkoğlu yargı sürecini şöyle anlattı: “Metrobüsle gelirken birkaç gün önce Çağlayan Adliyesi’nde indim çünkü bir davada yargılanıyorum. Tam üç senedir. Nedeni bir savcıydı. O savcı çok yakın zamana güç sahibi, çok önemli davalara bakan çok önemli dosyalar yazan, Türkiye’nin en önemli insanlarını tutuklamış birisiydi.

O savcı üç yıl önce elinde bütün yetkileri tutarken bir anda adliyeyi yöneten başsavcıyla kavga etmeye başladı.  Ve bir gün HSK’ya bir dilekçe verdi. Başsavcı bana, benim yönettiğim dosyaları, bana kapattırmak istiyor diye. Üç yıl önce o savcının dilekçesini haber yaptığım için, yargılanmaya başladım. Savcı, başsavcıdan şikâyet ediyordu. Ben bu şikâyetimi yazdığım için yargılanırken karşımda tabi ki o savcıdan şikâyetçi olan başsavcı vardı. Yani bir güçlünün yerinde başka bir güçlü gelmişti.

Avukatımla nasıl savunma yapacağımızı konuşurken, ona Türkiye’de güç sahipleri sürekli yer değiştir. Ne kadar uzun uzatırsak o kadar iyidir’ demiştim. İşte üç yıl olmuş… Aradan geçen o üç yılda o başsavcı da kendisinden daha büyük bir otoriteyle kavga ettiği için sürüldü.

Üç yıl içinde o güçlü adam o koltuktan indi, gücünü kaybetti ve şikâyet ettiği her şeyle yüzleşmek zorunda kaldı. Benim anlattığım gerçekse, üç yıldır hareket etmeye devam ederek o güç sahiplerini koltuğundan etti… “

Barış Pehlivan ise gazeteciliğin ve tanınırlığının; haber kaynakların korunmasının zorlaşması, haber kaynaklarının çekinmesi ve gazetecilerin “kahraman” olarak algılanmasının tehlikeleri gibi bazı olumsuz sonuçlarına dikkat çekti. Pehlivan, “Kahraman olarak görülmek aslında çok da sağlıklı bir şey değil” diyerek, gazeteciliğin kolektif bir sorumluluk olduğunu ve tüm yükün birkaç kişinin omuzlarına bırakılmasının yanlış olduğunu savundu. Ayrıca Cumhuriyet gazetesinin finansal zorluklarına değinerek, okurların imece usulüyle destek sağlamaya başladığına değerek reklamveren markalara şu sözlerle seslendi:

“Burada biliyorum görüyorum tanıdıklarım var. Çok önemli marka temsilcileri var arkadaşlar.  Arkadaşlar neredesiniz? Bizim çok para kazanmadığımızı, bunun karşılığında nasıl bedeller ödediğimizi biliyorsunuz. Memlekete dair dertleriniz olduğunu da biliyorum. Bu memleketi çok sevdiğinizle biliyorum. Ama ne olur, biraz cesaret… Siz bu kadar korkuyu bulaştırırsanız yarın öbür gün çocuklarınızın, torunlarınızın, Cumhuriyetin yüzüne nasıl bakacaksınız? “

Tüketim alışkanlıkları değişiyor

Inspiration sahnesinde konuşan Trendyol Grubu CEO’su Erdem İnan, şirketin global büyüme hedefleri ve yurtdışı operasyonlarına ilişkin önemli veriler paylaştı. Son 12 ay içinde yurt dışında 10 milyon aktif müşteriye ulaştıklarını belirten İnan, bu yıl Türkiye’den yurtdışına 25 ila 30 milyon adet ürün göndermeyi hedeflediklerini açıkladı. Kasım ayı kampanyalarının başarısına dikkat çeken İnan, bu yıl ilk defa 15 ülkede kasım kampanyaları düzenlediklerini ve Trendyol’un 15 ülkede en çok indirilen e-ticaret uygulaması olduğunu belirtti. İnan, sadece 11 Kasım gününde Türkiye’den yurtdışına 700 bin ürün gönderildiğini ve bu süreçte 100 bin satıcının ihracat yaptığını, bu satıcıların ise yüzde 90’ını KOBİ’lerin oluşturduğunu vurguladı. Kasım ayı sonuna kadar toplam 130 milyon ürünü müşterilerle buluşturmayı amaçladıklarını da sözlerine ekledi.

Erdem İnan, uluslararası pazarlara açılırken her ülkenin kendi dinamiklerine göre strateji belirlediklerini ifade etti. Türkiye’de kapıda ödeme oranı yüzde 1-2 seviyelerindeyken, güvensizlik algısı nedeniyle bu oranın Bulgaristan’da yüzde 60’a ulaştığının da altını çizen İnan, Romanya’da ise müşterilerin eve teslimat yerine kargolarını teslimat kutularından almayı tercih ettiğini söyledi. Türk dizilerinin “yumuşak gücünden” faydalandıklarını ve Suudi Arabistan’da en çok sevilen 10 diziden üçünün Türk dizisi olduğunu belirten İnan, satıcıların dil bariyerini aşması için kendi Türkçe geniş dil modellerini geliştirdiklerini açıkladı. Ayrıca, satıcılar için “Ortak” adında bir yapay zeka asistanı geliştirdiklerini ve yakın zamanda Sırbistan, Bosna Hersek, Irak ve Gürcistan gibi yeni pazarlara açılacaklarını Brand Week Istanbul’da açıkladı.

İnsanın insana anlattığı hikâyeleri makineler anlatabilir mi?

Inspiration Hall, Connecting the Dots Consultancy kurucusu ve CEO’su Baharat Avalani’yi Kalbin Algoritması: Makinelerin Anlatamadığı Hikâyeler” başlıklı oturumda ağırladı.

Anadolu’nun geleneksel hikâye anlatıcıları meddahların aslında birer “algoritma ustası” olduğunu söyleyen Avalani, “Meddahlar karşısındaki kitleyi okur, nabza göre şerbet verir, kalpten konuşurdu. Onlar, insan davranışını sezgisel olarak çözebilen ilk iletişimcilerdi” dedi.

Teknolojinin hikâyeyi anlamakta hâlâ yetersiz kaldığını vurgulayan Avalani, “Makineler bir insanın sessizliğinin anlamını tercüme edemez ama biz ederiz. Hikâyeler, insanlar arasında duygusal bağ kurmanın en güçlü yoludur” şeklinde devam etti.

İş dünyasından örnekler de paylaşan Avalani, verilerle dolu sunumlar yerine duygusal hikayelerin nasıl fark yarattığını anlattı. Sözlerini, Hindistan ve Pakistan arasındaki politik bölünmeye rağmen insan bağlarını hatırlatan Google Search reklamı üzerinden noktalayan Avalani, “Sanat, hikâyeler üzerinden insan davranışlarını dönüştürmenin asil bir yoludur. Meddah konusuna geri önersek çok mütevazı insanlardı. Hikâyeyi bitirirken sürçü lisan ettiysem affola derlerdi. Çok teşekkür ederim” diyerek konuşmasını tamamladı.

Yapay zekâ döneminde pazarlamacının rolü: Optimizatörden stratejiste

Brand Week Istanbul’un ikinci gününün ilk oturumlarından biri, Meta ev sahipliğinde gerçekleşti. Meta Head of Strategic Initiatives and E-Commerce Ece Ademoğlumoderatörlüğünde ilerleyen “The Art and Science of Digital Marketing” (Dijital Pazarlamanın Sanatı ve Bilimi) başlıklı oturum, Meta CMO’su ve VP of Analytics’i Alex Schultz’un video mesajıyla başladı. Ardından Ademoğlu’na sahnede Pepsico Türkiye CMO’su Seren Çankırı ve Eren Perakende CDO’su Arda Genç eşlik etti.

Modern pazarlamanın “sanat” (yaratıcılık, hikâye) ve “bilim” (veri, algoritma) arasında kurduğu hassas dengeyi “yenilikçi bir ekosistem” olarak tanımlayan oturumun ana teması, Alex Schultz’un “Click Here: The Art and Science of Digital Marketing” kitabından alıntılanan “Değişen pazar dinamiklerini, değişmeyen prensiplerle yönetmek” teziydi. Konuşmacılar, Z kuşağının yükselen gücü, yapay zekanın otomasyondaki rolü ve “creator” ekonomisi gibi değişen dinamiklere odaklanırken, başarının hâlâ “Kuzey Yıldızı” belirleme, “değer” sunma ve “erişim” sağlama gibi değişmeyen prensiplere bağlı olduğu konusunda birleşti.

Videolu katılımıyla, modern pazarlamanın stratejik ve “bilimsel” temellerini anlatan Alex Schultz; pazarlamacıların hedef ile hedef metriğini karıştırmaması gerektiğini belirterek, “Kuzey Yıldızı”nın rakamlarla değil, “dünyayı birleştirmek” gibi ilham verici kelimelerletanımlanması gerektiğini vurguladı. Finans departmanının desteğini kazanmanın yolunun, “iyi ölçebildiğiniz şeyi iyi ölçmekten” geçtiğini ve bu güvenin, SEO gibi ölçülmesi zor alanlar için de bütçe kapısını açtığını belirtti. Son olarak, yapay zekânın otomatik kampanyalarda artık “ekipleri yendiğini” kabul ederek, insanın rolünün optimizasyondan stratejiye, yani “bilgisayarın üzerinde” duran yaratıcı avantaja yükselmesi gerektiğini savundu.

Pepsico CMO’su Seren Çankırı ise FMCG sektörünün “acıtan gerçeklerini” paylaşarak başladı: “Tüketicilerin umurunda değiliz” ve “marka sadakati diye bir şey yok”. Bu nedenle, odağın sadakatten ziyade “marka erişimi ve penetrasyonuna” kayması gerektiğini belirtti. Başarı için “Önerme, Erişim, Anlamlılık, Her Yerde Bulunabilirlik ve Değer” olarak sıraladığı beş temel prensibin altını çizerken, modern tüketicinin “sıkıntısını” gidermek için inovasyon ve unutulan mizahın şart olduğunu ekledi.

Eren Perakende CDO’su Arda Genç de perakende ve e-ticaretin rekabetçi dünyasından pratik uygulamalar sundu. Z kuşağının, kitlesel iletişimden en fazla “opt-out” yapan grup olduğunu tespit ettiklerini belirten Genç, kritik bir içgörüyü paylaştı: “Gen Z genel kitlenin bir üyesi olmak istemiyor. Gen Z kendi kabilesinin bir üyesi olmak istiyor.” Bu doğrultuda,stratejilerini “kabileler yaratmak” üzerine kurduklarını ve Z kuşağının aradığı “reklam kokmayan” samimi içeriği bulmak için “creator”ları kullandıklarını anlattı. “Meta PartnershipAds” gibi araçlarla bu içerik üreticilerini A/B testi yaparak en iyi performansı bulan sanat ve bilim birleşimini uyguladıklarını vurguladı.

Tek kral, hep kral: Yaşasın hikâye

Inspiration Hall sahnesinde konuşan Kevin Chesters Consulting kurucusu Kevin Chesters, sektörel trend tartışmalarına taze bir bakış açısı getirdi. “Neyin öldüğü” veya “neyin yaşadığı” ile ilgili konuşmaları umursamadığını belirten Chesters, “Ben hikâye okumakla meşgul olacağım” dedi. Konuşmasının ana tezini, “Teknoloji değişir, insanlar değişmez” ve “bizler hikayeye göre programlanmış hikâye motorlarıyız” sözleriyle özetledi. Chesters, 50 bin yıllık medeniyetin 45 binden yılının yazısız geçtiğini ve bu süre boyunca hayatta kalma bilgilerinin yalnızca sözlü hikâyelerle aktarıldığını vurgularken ona göre, hiyerogliflerden emojilere dil değişse de, anlattığımız temel hikâyeler ve markaları hayatta tutacak olan şeyin hikâye anlatma yeteneği olduğunun altını çizdi.

Chesters, hikâyenin gücünün pazarlamacılar için neden hayati olduğunu fizyolojik bir temele dayandırırken, insan beyninin bir hikâyeyi dinlerken veya okurken “temellenmiş biliş” (grounded cognition) yaşadığını, yani kendini olayın içinde zannedip gerçek fizyolojik tepkiler (korku, mutluluk, tiksinti) verdiğini belirtti. Pazarlamanın temel yasasını, “mantık sonuca götürür, duygu ise eyleme götürür” şeklinde açıklayan Chesters, markalara şu net mesajı verdi: “Eğer çok hissederseniz, çok satın alırsınız. Eğer hiçbir şey hissetmezseniz, hiçbir şey satın almazsınız”. Bu nedenle, bütçesini boşa harcamak istemeyen her markanın, hedef kitlesinin “insan” olduğunu unutmadan, kendi hikâyesini basit, tutarlı ve baştan çıkarıcı bir şekilde anlatması gerektiğini söyledi.

İkonik bir marka sokak kültürüyle buluşursa

Brand Week İstanbul’da sahneye çıkan Mattel EMEA Head of Licensing, Publishing & LBE Ruth Henriquez ve B-Hype Kreatif Direktörü Sleiman Dyaa, “İkonik Bir Marka Sokak Kültürüyle Buluşursa” oturumunda global markaların yerel kültürlerle nasıl anlamlı bağlar kurabileceğini anlattı.

Henriquez, Barbie ve Hot Wheels gibi markaların birer ürün olmanın ötesine geçerek kültürel fenomen haline geldiğini vurguladı ve “Barbie film olmanın ötesinde bir harekete dönüştü. Herkes markayla farklı bir yerden bağ kurabiliyor; kimisi hikâyeyi, kimisi modayı seviyor. Bizim için önemli olan, bu temas noktalarının hepsinde tutarlılığı koruyabilmek.” Henriquez, lisanslama, markayı genişletmenin ötesinde, hikâye anlatımını zenginleştiren kültürel işbirliklerinin de anahtarı olarak gördüğünü de ekledi.

Sleiman Dyaa ise Hot Wheels markasıyla yaptıkları işbirliğinin sokak kültürünü moda dünyasına taşıma hedefiyle şekillendiğini söyledi ve şöyle konuştu: “Biz Hot Wheels’in DNA’sına baktık ve onu kendi kültürel bağlamımızda yeniden yorumladık. Özgünlüğü koruyarak birlikte bir yaratım alanı oluşturduk.” İkili, bu tür projelerin yalnızca ticari değil, topluluk oluşturma açısından da önemli olduğunu belirtti. Henriquez, “Yerel markalarla işbirliği yaptığınızda, onlar hikâyeyi kendi dilleriyle yeniden anlatıyor. Bu da markanın çok daha güçlü bir yankı bulmasını sağlıyor” derken Dyaa, sokak kültürünü bölgesel yaratıcılıkla birleştirmenin markaya yeni bir ifade alanı kazandırdığını söyledi.

Görünürlük karşısında yükselen deneyim

Brands & Trends salonunda gerçekleşen The Shift: Experience Over Exposure başlıklı panel, DEPOfilm Kurucusu Ender Sevim moderatörlüğünde gerçekleşti. Sevim, reklam dünyasında yaşanan bir dönüşümü, deneyimin erişimin önüne geçtiği bu dönemi konuşmak üzere TwentyfourSeven Group Kurucusu ve CEO’su Ivo van Vollenhoven ile Project Horizon CEO’su Polat Uyal’ı konuk etti.

Sevim’in Vollenhoven’e yönelttiği ilk soru, yeni teknolojilerin yaratıcılık üzerindeki etkisi oldu. Vollenhoven, başlığı yeni teknolojileri yapay zekâ olarak daraltmak gerektiğini, sektörün teknik tarafından en çok konuşulan konu olduğunu aktardı; yapay zekâyı iyi bir araç olarak tanımladı. Bir marka için hazırladıkları açıkhava projesini örnek gösteren Vollenhoven, bina üzerine yer alan ekranda yer alacak üç boyutlu videonun tasarım ve hareketlendirmesinde yapay zekâdan faydalandıklarını fakat uygulamada konvansiyonel yöntemleri tercih ettiklerini belirtti ve ekledi: “Konvansiyonel yöntemlere döndük çünkü daha fazla kontrole ve yapay zekânın sağladığından daha yüksek çözünürlüğe ihtiyacımız vardı.” Vollenhoven, bugünün dünyasında yapay zekânın marka, ajans ve prodüksiyon şirketi arasındaki uyumu kolaylaştırdığını, ön hazırlık sürecini hızlandırdığını aktardı.

Lüks perakendesi alanında 30 yılın ardından yeni bir deneyimle müşterileri karşılamaya hazırlanan Uyal, bir deneyim yaratmayı insanların iyi hissetmeleri için atılan adımlar olarak nitelendirdi. İyi hisseden bir müşterinin markayla ilişkisini sürdüreceğini aktaran Uyal, ürünün iyi olması gerektiğinin, ürünün iyi olmaması halinde ilişkinin de kesileceğini aktardı.

Uyal ayrıca, deneyimin, modanın, prodüksiyonun zaman aldığını da aktardı. Her şeyin çok hızlı değiştiği bir dünyada iyi olanı yaratmak için yavaşlamak gerektiğini belirten Uyal, “Hızlı ürettiklerinizin zaman alan, zamana yaydığınız versiyonlarından daha iyi olmayacağına eminim” dedi.

Türkiye’nin demografik fırsat penceresi kapanıyor

Brand Week Istanbul’da sahne alan gazeteci ve sunucu Ozan Gündoğdu, “Türkiye İçin Yeni Demografik Fırsatlar” başlıklı konuşmasında, ülkenin önümüzdeki çeyrek yüzyılda karşı karşıya kalacağı demografik dönüşümü ve bu dönüşümün ekonomik etkilerini çarpıcı örneklerle anlattı. Gündoğdu, Türkiye’nin 2022 itibarıyla “demografik fırsat penceresi”ne girdiğini ancak bu dönemi doğru değerlendiremezse hızla yaşlanan bir nüfusla karşılaşacağını vurgulayarak “Bu zamana kadar nüfus artışına dayalı büyüdük; artık verimlilik odaklı bir büyümeye geçmek zorundayız” dedi.

Gündoğdu, Türkiye’nin geçmişte iç göç ve yüksek doğum oranlarıyla büyüyen bir ekonomiye sahip olduğunu, ancak artık bu dinamiklerin sona erdiğini belirtti. TÜİK verilerine göre nüfus artış hızının dramatik biçimde düştüğünü aktaran Gündoğdu, 2085’te Türkiye nüfusunun 101 milyona ulaşmasının ardından azalmaya başlayacağını söyledi. “Bir süre sonra ölüm sayısı doğum sayısını geçecek. Artık büyüme, nüfusa değil verimliliğe bağlı olacak” şeklinde devam etti.

“Büyüme, sadece verimlilik odaklı sektörlerden gelecek”

Ozan Gündoğdu, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda hızla yaşlanacak nüfus yapısının sosyal ve ekonomik sistemler üzerindeki etkilerini çarpıcı biçimde ortaya koydu:

“Sosyal güvenlik sistemimizi bugünden yeniden tasarlamazsak, emeklilik yaşının 85’e çıktığı, yaşlıların adeta sosyal yük olarak görüldüğü bir tabloyla karşılaşabiliriz. Sağlık hizmetleri artık sadece devletin sorumluluğu olmayacak, üretken nüfus azaldıkça özel sektörde bile yaşlı çalışanlarla karşılaşacağız. Örneğin McDonald’s tezgâhında gençler yerine 80 yaşındaki insanlar çalışacak. Çiftçi sayısının azalmasıyla gıda egemenliği önemli bir mesele haline gelecek. Nüfus artışının durduğu bu dönemde Türkiye’nin büyümesi, sadece verimlilik odaklı sektörlerden gelecek. Hepimiz yaşlanıyoruz; bu ülkeyi, yaşlılar için de yaşanabilir kılacak şekilde yeniden organize etmemiz şart.”

Yık, yeniden yarat, hack’le! Yapay zekâ çağında değer yaratma sanatı

Pazarlama lideri ve küresel marka inşa uzmanı Bonin Bough, “Yapay Zekâ Fırtınasını İnsan Yaratıcılığıyla Hack’le!” başlıklı enerjik sunumunda, yeni teknolojilerin yükselişi karşısında bireylerin ve kurumların nasıl “kırılarak” yeniden değer yaratabileceğini Brand Week Istanbul katılımcılarıyla paylaştı. Bough’un ana tezi olan “Hack-onomy”, mevcut sistemleri, süreçleri ve düşünce kalıplarını bilinçli olarak bozma ve teknolojiyle birleştirerek radikal bir inovasyon yaratma felsefesine dayanıyor. Yapay zekâyı bir tehdit olarak görmek yerine, onu insan yaratıcılığını artıran, önyargılarımızı kıran ve bize yeni düşünme yolları öğreten bir “işbirlikçi” olarak konumlandırıyor.

Bough, bu felsefesini PepsiCo ve Mondelēz’deki kendi kariyerinden çarpıcı örneklerle destekliyor. 40 yıldır aynı pazarlamayı yapan Oreo için attığı küçük bir Facebook deneyiyle başlayan sürecin, başarıya ve nihayetinde şirketin bir sonraki yüzde 50’lik büyümesini sağlayan kişiselleştirilmiş e-ticaret stratejisine nasıl dönüştüğünü gösteriyor. Bu örnekler, insan dehasının “konsepti” yarattığını, yapay zekânın ise bu dehanın uygulanmasını “ölçeklendirdiğini” kanıtlıyor.

Bough’a göre şu an tam olarak 1950’lerde televizyonun yükselişine benziyor; o gün radyoya takılıp kalmayı seçenler gibi, bugün “kanıt” bekleyenler de 100 yıllık rekabet avantajını kaçıracak. Bu bağlamda Bough’un öngörüsü çok net: Asıl tehlike yapay zekânın kendisi değil, “yapay zekâyı bilen insanların bilmeyenlerin işini elinden alacak” olması.

Finally, Something Good

Brand Week Istanbul’un ikinci gününde Inspiration Hall sahnesinden katılımcılara seslenen bir diğer isim, Stefan Sagmeister’dı. Sagmeister, sahnede, insanların dünyanın geleceği konusunda karamsar fakat kendi gelecekleri konusunda görece daha iyimser olduklarını hatırlattı; İyimserlik Uçurumu’nu tanımladı.

İnsan beyninin olumsuzluklara odaklanmaya meyilli olduğunu aktaran Sagmeister, 200 yıllık verilere bakıldığında sağlık, barış, okuryazarlık ve yaşam beklentisi gibi insan gelişiminin temel göstergelerinde muazzam atılımlar olduğunu aktardı; bu atılımları göstermek üzere hazırladığı veri görselleştirme çalışmalarından örnekleri sergiledi. Sosyal medyanın olumsuzlukları daha fazla öne çıkardığının üzerinde duran Sagmeister,

Veri görselleştirmenin konvansiyonel eserlere uygulandığı, bir moda markasına ilham olduğu, dans eden promosyon balonları ile gerçek dünyaya entegre edildiği çalışmalar, büyük ilgi toplarken, Sagmeister sunumuna şu sözlerle son verdi: “Sizi sosyal medyada ekranı daha az kaydırmaya, daha fazla öğretici kitap okumaya davet ediyorum. Daha az endişeli ve nihayetinde daha iyi olacağınızı garanti ederim.”

Türkiye gündemi: Ufuk çizgisini arayan ülke

Cambridge Üniversitesi’nden ekonomist Özge Öner’in, “Türkiye Gündemi: Ufuk Çizgisini Arayan Ülke” başlıklı sunumu, Türkiye’nin makroekonomik verilerle, toplumsal gerçeklik arasındaki derin kopuşu merkeze alıyordu. Sunumun temel tezini, bu “manşet” verilerin ülkenin “üretimden kopan” yapısal krizini maskelediği üzerine kuran Öner’e göre Türkiye, yüzde 5 büyürken sanayisi yüzde 3 daralan, rekor rezervleri halkta türbülans beklentisi yaratan ve en zengin sanayi şehirleri en yüksek gelir adaletsizliğine sahip olan bir paradokslar ülkesi haline geldi. Ülkenin “iktisadi hikâyesini kaybettiğini” ve “kolektif bir mutsuzluk” içinde olduğunu söyleyen Öner’in “diriliş hikayesi” için sunduğu çözüm önerileri, sadece para politikasına odaklanmak gibi tekil müdahaleler yerine topyekûn bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. Bu yaklaşımın temelinde, adaleti merkeze alan kapsamlı bir kurumsal restorasyon yatıyor. Bu zemin üzerinde, tüketimden kopup yüksek katma değerli üretime dayalı bir “üretim seferberliği” başlatılması ve bunun bölgesel planlama ile desteklenmesi gerekiyor. Aynı derecede kritik bir öngörü olarak, beyin göçü krizini tersine çevirecek “geriye göç” politikalarıyla insan sermayesinin geri kazanılması vurgulayan Öner, nihayetinde, tüm bu adımların, Türkiye’nin “bize servis edilen anlatılar” yerine “kendi iktisadi anlatısını bina etmesi” için yeni ve bütüncül bir hikaye oluşturması gerektiği belirterek sunumunu sonlandırdı.

Türkiye’nin yeni “yuva” arayışı ve toplumsal rol analizi

Versuni ve Veri Enstitüsü işbirliğiyle hayata geçen “Veriden Hikâyeye: Türkiye’de Değişen Ev Kavramı” oturumu; Deeper Kurucu Ortağı İhsan Özçıtak moderatörlüğünde ve Versuni Türkiye Genel Müdürü Esin Karadede ile Veri Enstitüsü Kurucusu Bekir Ağırdır’ın değerli görüşleriyle Brand Week Istanbul katılımcılarıyla buluştu.

Türkiye’deki “ev” kavramının radikal bir sosyolojik, demografik ve fiziksel dönüşümden geçtiğini ortaya koyan oturumda; kentselleşme, artan evlilik yaşı, küçülen aileler ve yüzde 20’lere ulaşan tek kişilik hane oranları gibi demografik değişimlerin, evlerin fiziksel metrekaresini küçültmesi üzerinde duruldu. Ancak bu fiziksel daralma, “yuva” kavramına yüklenen duygusal ve işlevsel anlamda tam tersi bir genişlemeye yol açıyor. Pandemi sonrası evler artık sadece bir sığınak değil, aynı zamanda ofis, spor salonu, stüdyo ve sosyalleşme mekânı olarak çok işlevli “kozalara” dönüşüyor.

Konuşmacıların, “Batı’nın iki yüz yılda katettiği mesafeyi elli yılda katetme çabası” olarak özetlediği bu hızlı dönüşüm, toplumsal pratikler ile zihniyet arasında bir gecikme yaratıyor. Kadınların istihdama katılımı artarken, ev içi sorumlulukların hâlâ büyük ölçüde onlarda kalmasının “zihin yükünü” artırdığını savunan oturumda; dış dünyada artan “kalabalıklaşırken yalnızlaşma” ve güven probleminin, yuvayı temel “güven, huzur ve sıcaklık” kaynağı haline getirdiği vurgusu yapıldı ve bu yeni dinamiklerin, markalar için “anlamlı inovasyonlar” aracılığıyla evi yuvaya dönüştürme sürecinde kritik bir rol oynama fırsatı doğurduğu üzerinde duruldu.

Değişen modern kadın anlatıları

Brand Week İstanbul’un son oturumu “Kent Kadınları: Yeni Kimlikler ve Dayanışma Anlatıları”nda oyuncular İrem Sak ve Melisa Sözen, modern kadının sinema, televizyon ve dijital platformlardaki temsillerini tartıştı.

Melisa Sözen “Kadınların Türkiye’de daha fazla sesinin çıkması bir arada dayanışma içinde oluşu doğal olarak sinemayı da televizyonu da etkiledi. Dijital platformlar buna katkı sağladı çünkü uluslararası içeriklerin de seyirciye ulaşabildiği, seyircinin aklına, zekâsına hürmet edildiği kaliteli içeriklere yönelmesiyle anlatılan kadın hikâyeleri ve temsiliyetleri de değişti. Kadın sinemacıların yazar, yapımcı, yönetmen, editör olarak sürece dahil oluşu da temsiliyetleri değiştiren bir diğer unsur” dedi.

İrem Sak ise senaristliğe adım attığı Modern Kadın projesine 2020’den beri sponsor ararken yaşadığı zorlukları şu cümlelerle anlattı: “Yalan Dünya, Ölümlü Dünya gibi işlerle bilinirliğim de vardı ama kimse inanmadı. Kapı kapı sponsor gezdik. Ben bu projeye inandım, seyircinin kendini bulacağına hep inandım. Dört yıl boyunca sponsor bulamasak da… Kimseye kulak asmayın, kendinizi dinleyin sadece.

Exit mobile version