Her mesleğin kendine göre zorlukları vardır. 17 yaşında girdiği medya sektörünün zorluklarına rağmen pek çok farklı tecrübeden sonra Sabah gazetesinin eklerden sorumlu ilk kadın yazı işleri müdürü konumuna kadar gelen Balçiçek İlter, şimdi ise Habertürk televizyonunda hem iki farklı program yapıyor hem de gazetedeki köşesi ve bloğu ile yazarlığa devam ediyor. Medya sektöründe kadınların konumuna bakacak olduğumuzda İlter’in bugün bulunduğu nokta, her meslektaşının ulaşmak istediği bir yer gibi duruyor. Medya sektöründe bir kadın olmayı, Habertürk’teki programlarını ve köşe yazılarını konuştuğumuz İlter, gündemdeki gelişmeleri değerlendiriyor.
Sabah gazetesinin ilk kadın yazı işleri müdürüydünüz. Bu meslekte kadın olmanın zorlukları neler?
Medya sektöründe kadın olmak zor çünkü erkek egemen bir sektör. Her yer öyle aslında da medyada daha da zor. Ben Sabah’ın ilk ek yazı işleri müdürüydüm. Bizim zamanımızda çok daha fazla kadın yönetici vardı, müthiş bir değişim vardı. Ona rağmen erkek egemen hissettiğim bir alandır. Çok maço tavırlar hissettiğim bir masadır yazı işleri masası. Altı yıl mücadele etmeye çalıştım.
Peki kadınlar bu sektörde ağırlığını ortaya ne zaman koyabilecek?
Ben kadınların medyada çok başarılı olduklarını düşünüyorum. Geçenlerde Nurcan Akad’la sohbet ediyorduk, kendisi Türkiye’nin ilk kadın yazı işleri müdürüdür. Hürriyet gibi çok maço bir gazetenin… Bana dedi ki, “Ben haberden geliyorum, hepsi beni tanıyorlar. Yazı işleri müdürü olduktan sonra birbirlerini dürterlerdi ‘aa bunun da fikri varmış’ diye…” Bunu Nurcan Akad gibi bir isim söylüyor. Biz onun yanında çömeziz ama ben de aynı şeyi hissediyorum. Bazı başarılı kadınlar bilerek ve isteyerek o gücü ya da o konumları istemez oluyorlar artık. Erkekler önlerini kapadıkları için değil, kendi tercihleri yüzünden oluyor. Yöneticilikten soğuyorlar ve ben de yöneticiliği sevmeyenlerdenim. Bazıları gerçekten engelleniyor, bu da doğru. Bazıları da aile kurmak işine giriştiği zaman, çoluk çocuk işin içine girdiği için önceliği onlara veriyor. Korkunç bir orman kanunu işliyor medyada. Çocuk, orman kanunları, çok çalışmak…
Kadınlar erkeklere nazaran iki kat çalışmak zorunda kendilerini göstermek veya kanıtlayabilmek için. O yüzden de mecburen kenara çekilenler var. Şimdilerde haber kanallarında bir nebze kadınların ağırlığı hissedilmeye başlandı.
İki televizyon programınız, bir de köşeniz var Habertürk’te. Bu tempo sizi yormuyor mu?
Yoruluyorum ama şöyle bir durum da var; ben haftada beş gün yazı yazıyorum, altı gün program yapıyorum. Altı gün program yapmıyor olsaydım, beş gün yazamazdım zaten. Artık dünyada her şey interaktif, birbirinin içinde.
Sosyal paylaşım sitelerinden besleniyor musunuz?
Habertürk’te blog yazıyorum, Twitter ve Facebook’ta da varım. Bu yayınlar beni besliyor ve bloğa, köşeye ve programa konu çıkıyor. Hepsini bir araya toplamaya çalışıyorum. Bazen programın içeriğini yazıyor, diyorlar. Evet, programın içeriğini yazıyorum, daha güzel bir habercilik yok zaten. Çünkü söz uçuyor, yazı kalıyor. Gazetecilik refleksiyle bir şeyi yazı haline dönüştürdüğünüz zaman daha çok insana ulaşabiliyor, her ne kadar televizyon daha çok etkili gözükse de… O yüzden hepsini birlikte yürütmeye çalışıyorum, hepsini birbirinin içine sokarak.
Dijital yayıncılık giderek büyüyen bir alan. Sizce habercilik bu tarafa kayacak mı?
Blogların çok etkili olduğunu düşünüyorum. Köşe yazılarım kadar geri dönüş alıyorum blogtan. Bu benim için çok önemli, çok farklı insanlardan yorumlar alıyorum. Ama gazeteyi hiçbir şeye değişmem. Eski kafalı diyebilirsiniz ama galiba çağı daha yakalayamadım, elime almam gerekiyor o gazeteyi.
Habertürk’te Karşıt Görüş ve Söz Sende programlarını yapıyorsunuz. İlk televizyon deneyiminiz diyebiliriz. Televizyonu sevdiniz mi?
Hiç istemedim televizyonda olmayı çünkü televizyon korkutmuştu beni her zaman için. Ben yıllarca yazılı söyleşiler yaptım. O söyleşilerde insanı nasıl yansıtırsanız ve nasıl paketlerseniz o insanı öyle alır okuyucu. Yani siz bir kişiyi çok severseniz onu sevdirebilirsiniz okuyucuya, aşık edebilirsiniz. Sevmezseniz okuyucu da sevmez. O kadar rahat, basit, minik rötuşlarla veya bir fotoğrafla yapılabilir ki… Ama canlı yayın öyle değil, canlı yayında ne varsa her şey sahici. Yani ne sorarsanız sorun aldığınız cevap sahici, kızgınlığı sahici, gözyaşı sahici, gülümsemesi hatta yalan söylemesi dahi sahici orada; çünkü hiçbir sansür, hiçbir engelleme yok. O yüzden çok seviyorum, çok sahici televizyon.
Programa aldığınız konukları neye göre seçiyorsunuz? Belli kriterleriniz var mı?
Söz Sende’de her sese, her farklı düşünceye, görünenin arkasındaki düşünceye ‘söz sende’ demeye çalışıyoruz. Birbirimizi kutuplaştırmaya çok alıştık. Eskiden solcusağcıydı, bugün laik-dinci veya Atatürkçü- Fethullahçı. Bunların hepsini bir torbaya atın, aslında hepsi Türkiye’yi oluşturuyor. O Türkiye’yi ekrana taşımaya çalışıyoruz Söz Sende’de. Çoğunun fikirleri bana uymuyor. Uymaması da çok doğal çünkü herkesin seninle aynı fikri paylaşması mümkün değil. Karşıt Görüş ise daha farklı. Dünyanın en zor işi o Karşıt Görüş. Şimdiye kadar hiç kavga gürültü çıkarmadan başarabildim diye düşünüyorum. Tabii kavga, gürültü reyting getiriyor ama bir taraftan da kaliteyi çok düşürüyor. Orayı kendi evim gibi hissediyorum. Evinize çağırdığınız kişiler tamamen karşıt görüşten olabilir. Onların kavga etmesi sizin yemeğinizi bozar, huzurunuzu kaçırır. Doğru mu yapıyorum televizyon açısından bilmiyorum ama en azından kaliteli ve lezzetli bir tartışma yaratmaya çalışıyorum.
Programınıza katılanlar içinde sizi çok etkileyenler oldu mu?
Hiç unutamadığım program, Osman Can ve Sabih Kanadoğlu’nun olduğu programdı. Çok şaşırdığım program ise İsmet Özel’in geldiği oldu. Çok ünlü bir şair İsmet Özel, hayran olduğum bir şair. Müthiş ırkçı görüşleriyle geldi, herkesi çok şaşırttı. Biliyorduk değişimini ama bu kadar olacağı hiç aklıma gelmezdi. O programı hiç unutamam. Bir programda Necla Arat ile Ayşe Böhürler karşı karşıya gelmişti. Necla Arat tamamen türban düşmanı olarak sunulur Türkiye’ye. Ayşe Böhürler meğer onun öğrencisiymiş. Bu buluşma da çok ilginçti. Yine bir başka Karşıt Görüş’te Mahir Kaynak ile Şükran Soner bir araya geldi. Şükran Soner’i 70 darbesi sırasında Mahir Kaynak ele vermiş. O zamandan beri ilk defa bir araya geldiler. Programın bir yerinde dedi ki Mahir Kaynak: “Senin bana emanet ettiğin kitapları ben vermedim polise”. Şükran Soner de “Evet, bizi ele verdin ama kitapları vermedin!” dedi. Tarihsel anlardan bir tanesiydi.
Son günlerde meclise başörtülü kadınların girmesi tartışılıyor. Bu konu hakkındaki değerlendirmeniz nedir?
Merve Kavakçı komedisinden sonra artık o komedilerin yaşanmadığı günlerin olmasını istiyorum, çünkü dünyanın en büyük haksızlığıdır bir kadına sen oy vereceksin ama seçilemeyeceksin demek. Böyle bir şey olamaz, insan haklarına aykırı. Geçenlerde Kemal Kılıçdaroğlu ile konuşuyorduk, “Ben de kravatsız giremiyorum” dedi. Bu bakış açısıyla biz bir yere gidemeyiz. Bir taraftan “Başörtü yoksa oy da yok” diye bir kampanya başlattılar. Bütün siyasi partiler çok güzel kullanıyorlar başörtüsünü. Başörtü üzerinden yıllarca çok büyük oyunlar oynandı, bugün de oynanıyor. Büyük bir ayıptır mecliste başörtülü birinin olmaması.
Açıklanan listelerde sizi şaşırtan bir sonuç oldu mu?
Açıklanan adaylara bakınca yine ‘kadının adı yok’ bence. Hiç öyle müthiş bulmadım rakamları. En fazla CHP aday gösterdi ama bakalım ne kadarı seçilecek. AKP çok şaşırttı beni, nasıl yola çıkmıştı? Ezber bozan, demokrasi, özgürlükler, değişiklikler getireceğiz. Bu mevcut listede ezber bozmayan, statükoyu koruyan, ağır toplarından asla vazgeçmeyen, kendi tabanındaki herkese mavi boncuk dağıtan, kemikleşmiş bir AKP görüyorum. CHP beni kısmen heyecanlandırdı çünkü dinamik, gerçekten de bir değişim istiyor. Fakat ‘mış gibi’ yapıyor, çünkü Mehmet Haberal, Sinan Aygün ve Mustafa Balbay’ın aday olması “Ergenekon’u meclise mi taşıyacak” görüntüsü verdi. Bir taraftan Diyarbakır Barosu Eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nu listeye alıyorlar ki ben CHP’de olmasını çok önemsiyorum. Özellikle Kürt sorunuyla ilgili yaptığı mücadeleyi… Hem onu listenize alıyorsunuz hem de onun varlığına tamamen aykırı olan, Ergenekon yapısını o listeye katıyorsunuz. BDP biraz daha fazla heyecan veriyor. Toplumun bir bölümü tarafından “bunlar terörist” diye ötekileştirilen birtakım siyasi isimlerden çok, toplumun sosyalist kesimini içine aldı. BDP’nin çıkışı ilginç tabii, fazla aday göstermek sonucu etkileyecek mi oyları bölecek mi, göreceğiz hep beraber.
Gazetecilerin gözaltına alınmalarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Mustafa Balbay’la ilk söyleşi yapan benim. Kaldı ki Ergenekon’un salt bir balon olmadığını düşünen bir gazeteciyken o dönemde, yine de gittim. Çünkü orada ciddi bir dram yaşanıyor ve Mustafa Balbay da bu dramın önemli aktörlerinden bir tanesi. Gazetecilik sınırlarının dışına çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır bunu sonuna kadar tartışırım fakat bugün artık maalesef tutukluluk süreci cezaya dönüşmüş durumda. O yüzden sadece oradaki gazeteciler değil, onların aileleri, çocukları, arkadaşları, okuyucuları başka türlü bir dram yaşıyor. Çaresiz ve çözümsüz kalıyorum. Bir şey söylemekte zorlanıyorum.
TÜSİAD’IN TASLAĞI İNFİAL YARATTI
TÜSİAD’ın anayasa taslağı konusunda attığı geri adıma hem programınıza hem köşenizde yer verdiniz…
TÜSİAD bunu daha önce de yapmıştı. Geri adım attı çünkü bir anda infial yarattı. İshak Alaton çok ağır açıklamalar yaptı. Zaten o açıklamalardan sonra kendi kendime, bu kadar iş adamı var, bir el atarlar mı, demiştim. Ünlü bir iş adamının bir mektup yazdığı söyleniyor Ümit Boyner’e. Kim olduğunu da tahmin ediyorum aslında. O mektuptan sonra geri adım atıldı. İki profesör günah keçisi ilan edildi. TÜSİAD gibi bir sivil toplum örgütünün bütün profesörleri oraya toplarkenki amacı neydi, sonuç çıktıktan sonraki üstlenmesi nasıl olmalıydı… Ya bu bizim politikamızı, ilkelerimizi, her şeyimizi bozar deyip yayınlamazsınız ya da hiç bu işe girişmezsiniz.
Referandumda evet dediniz. Şimdi geriye dönüp baktığınızda bu kararınızdan pişmanlık duyuyor musunuz?
Bir cunta anayasası var ortada. ‘Yetmez ama evet’çi değilim. Evet, dedim çünkü benim gönlüm bu cunta anayasasının değişimine hayır demeye elvermedi. TİP’li bir babanın kızı olarak, çok ağır manevi dönemleri yaşamış bir ailenin çocuğu olarak yapamadım. Günün birinde bir öğrenci, “Balçiçek Hanım, vicdan diyorsunuz, hak özgürlük diyorsunuz da siz ’80 anayasasının değişmesine hayır demişsiniz. Bunu bana açıklar mısınız?” dediğinde ben ona bir argüman bulamam diye düşündüm. Hâlâ da bulamayacağımı düşünüyorum. Kaldı ki hiçbir dönem AKP sempatizanı olmadım, ona oy vermedim, hayatım boyunca sağ bir partiye oy vermedim zaten. Evet derken benim güdüm buydu, hâlâ da bu güdüdeyim.
Selin Babacan