Baba, Cesur Yürek, Titanik, Annie Hall, Ben-Hur, Spotlight, Akıl Oyunları, Benim Tatlı Meleğim, Zoraki Kral, Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü, Yağmur Adam, Aşık Shakespeare, Schindler’in Listesi, Kramer Kramer’e Karşı… 2024 yılına kadar bu yapıtların tek ortak noktası En İyi Film kategorisinde Akademi Ödülü’ne sahip olmalarıydı. Ancak bu filmler günümüzde vizyona girselerdi, bir başka ortaklığı daha sahipleneceklerdi: Asla bu ödülü kazanamayacak olmak.
Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin 2020 yılında hazırlığını yaptığı, 2024 yılından itibaren seyircilerle buluşacak filmlerle birlikte işlerlik kazanacağını bildirdiği “Temsiliyet ve Dahiliyet Standartları” bu kuvvetli ihtimalin ardındaki mevzuatsal neden. Eşit ve adil temsiliyete kim karşı çıkabilir? Lakin benzer derecede mühim bir başka soru daha var: Günümüzde sanatın ya da yaratıcı eylemin sınırlarını çizen nedir; popüler ahlak mı estetik mi?
Birinciliği ‘beyaz’a verdiler
11 Mart günü 96’ncı Oscar buluşmasına hazırlanan Akademi’nin temsiliyet karnesindeki kırıklar eskiye dayanıyor. 2016 yılı itibarıyla topluluk üyelerinin -6 bin 261 kişi- yüzde 92’si beyaz, yüzde 75’i erkekti. Aynı yıl, medyatik kategorilerdeki adaylıkların neredeyse hiçbirinde beyaz olmayan adaylara yer verilmemişti. En İyi Oyuncu ve En İyi Yardımcı Oyuncu kategori adaylıklarında yalnızca beyazların arz-ı endam ettiği ikinci yıldı. Sonrasında olanlar; oyunculardan, yönetmenlerden, müzisyenlerden ve popüler kültür camiasının yıldız isimlerinden gelen boykotlar, aktivist April Reign’in start’ını verdiği #OscarsSoWhite etiketiyle sosyal medyaya, ardından tüm endüstriye yayılan diyaloglar, nihayetinde de Akademi’den gelen değişim vaatleri ve tüm personele verilen derinlikli “bilinçdışı önyargı” eğitimlerinin de dahil olduğu yeniden markalama adımları.
Sürecin meyvesi 2023 yılında Akademi’nin ulaştığı 10 bin 500 üye sayısının yüzde 33’ünü kadınların, yüzde 19’unu ise beyaz olmayanların oluşturması oldu. Kadim geleneğini korumayı önceliklendiren, bir yandan da küresel gücünü ve kültür endüstrisindeki konumunu yitirmemeyi önemseyen bir kurum için değişimler şimdilik sancılı geçiyor.
Devrim ve kozmetik arasında
Akademi’nin yeni standartları çoktan seçmeli bir şablon sunuyor: Bir yapıtın Oscar Ödülleri’nin En İyi Film kategorisinde yarışabilmesi için, filmdeki başrollerden en az birinin yeterince temsil edilmeyen grup, etnik grup veya ırklara mensup olması ya da filmin konusunun bu gruplardan birine odaklanması (Standart A), filmin kamera arkası yaratıcı ekibinin ve bölüm yöneticilerinin (Standart B) ya da stüdyolarda ve distribütörlerde çalışan stajyerlerin (Standart C) ya da pazarlama, dağıtım ve halka ilişkiler temsilcilerinin (Standart D) en az yüzde 30’unun yeterince temsil edilmeyen gruplardan oluşması gibi koşullardan en az ikisini yerine getirmesi gerekiyor.
“Yeterince temsil edilmeyen gruplar” seçkisine dahil edilenler kadınlar, LGBTQ+ bireyler, fiziksel ya da bilişsel engelleri olanlarken, “yeterince temsil edilmeyen etnik gruplar ve ırklar” kategorisine beyaz olmayan Amerikalıların yanı sıra Asya, Latin ve Ortadoğu kökenlilerin ve yerel halkların birçoğu dahil.
Hollywood istatistiklerine göre, yönetmenlik ve sinematografi dışındaki departmanların çoğu kadınların egemenliğinde (özellikle casting, makyaj ve kostüm), dolayısıyla Standart B’yi karşılamak kamera arkası iktidar paylaşımında değişiklikler gerektirmiyor. Birçok büyük stüdyonun mevcut insan kaynağı demografisinin de Standart C ve D ile uyumlu olduğu bilinen bir gerçek. Dolayısıyla kamera önüne dair (Standart A) hiçbir radikal dönüşüm baskısı hissetmeden, çoğu yapım müesses temsiliyet nizamını sarsmayan B, C ve D standartlarının ikisine uygun olacağı için En İyi Film kategorisinde yarışabilecek. Bu haliyle de değişimler kozmetik ve yüzeysel sınırlar içinde kalıyor.
Yeni bir kültür savaşına doğru
Yüzeysel ve kozmetik görünüşüne rağmen yeni standartları memnuniyetle karşılayanlar olduğu gibi, eleştirenler de var. Medya ve eğlence dünyasından Yahudiler, onyıllardır ayrımcılık görmüş ve önyargılı temsiliyete uğramış Yahudi kimliğinin bu seçkiye dahil edilmeyerek, imtiyazlı beyazlar sınıfının bir parçası gibi konumlandırılmasına tepkili.
Politik spektrumun aşırı sağ kanadında dizilenler, beyaz erkeklerin kamera önündeki ve arkasındaki üstünlüğünün sona erişinin öfkesini hatta yasını tutarken, liberallerse yeni standartların sinemada yeni yeteneklerin, rol modellerin ve ilham kaynaklarının doğmasına vesile olacağına inanıyor. Sözün özü, kültür savaşlarının hız kazandığı 21’inci yüzyıl ABD ve dünya paradigmasında bir başka sıcak cephe daha oluşuyor.
Tehlikeli sular
Emektar oyuncular sınıfıysa, özellikle Standart A senaryosuyla gelişecek sürecin zaman geçtikçe yedinci sanatta yaratabileceği yeni sınırlamalar, mahalle baskıları, açık ya da örtük sansür mekanizmaları konusunda endişeli. Günün birinde yönetmenler ya da stüdyolar, örneğin Shakespeare’in Venedik Taciri rolü için yalnızca bir Yahudi’yle, Othello’su için yalnızca siyahi bir aktörle çalışmaya mecbur kalacak mı? (Beyaz İngiliz aktör Laurence Olivier 1965 yılında Othello’yu yüzünü siyaha boyayarak canlandırdığı unutulmaz bir oyunculuk sergilemiş ve En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanmıştı.) Gerçek ve kurgu arasındaki sanatı (ve oyunculuk yeteneğinin gelişimini) mümkün kılan uçurum, madun temsilini yalnızca madun bireylere terk ederek ortadan kaldırılacak mı?
Sanatsal yaratıcılığın dünyayla buluşmak üzere geçeceği kapının sınır polisleriyle korunması, tepeden inen formül ve şablonlarla şekillenmesi tercih edilir bir durum değil. Lakin, bu soru yalnızca sanatsal değil, politik de bir soru. Farklı bir ifadesi de şu: Kimlik politikalarıyla şekillenen bir mücadele, özgürlük getirir mi?
Kimlik mücadelesinin açmazları
Kimlik politikaları kavramına ün kazandıran, bir grup siyahi feminist aktivistin 1977 yılında yayımladıkları Combahee River Kolektifi manifestosuydu. Metinde siyasi mücadeleye kişisel deneyimden başlama hakkı esas alınıyordu zira siyahi kadınların yaşadığı ayrımcılık, beyaz kadınlarınkiyle aynı değildi. Siyahi ve beyaz kadınların ortak bir mücadelesi olamayacağı anlamına gelmiyordu bu. Dünyadaki eşitsizliklerin ezilen grupları farklı şekillerde etkileyen yapısal ve kesişimsel bir olgu olarak daha iyi anlaşılması anlamına geliyordu. Böylelikle şiddete karşı mücadele eden farklı kimlikler, eksik kaldıkları yerden birbirlerine destek olabilecek ve ortak bir hedefte buluşabileceklerdi. Bu ortak hedef, belli başlı kimlikleri şiddetten özgürleştirmek değil; hiç kimsenin kimliği, toplumsal cinsiyeti, sınıfı, yaşı, inancı ya da etnik kökeni nedeniyle şiddet görmediği bir dünya yaratmak, yani ayrımcılığı herkes için ortadan kaldırmaktı.
Kimlik politikalarının bugün geldiği noktaysa, ayrımcılıkla mücadelenin ortak zeminini yitirip grupların tekil hedeflerine bölündüğü, belli başlı madun kimliklerinin -bağlama ve modaya göre- söz, eylem ve var olma hakkı öne çıkarken bazılarınınsa tamamen göz ardı edildiği, özgürlük idealine bakışın evrensel bir ufuktan ziyade madunun perspektifiyle şekillendiği, eşitlikten uzak bir temsiliyet illüzyonu. Etik filozofu Susan Neiman’ın söylediği gibi, ezilen bir kimliğin güç kazanması adil bir düzenin yaratıldığı anlamına gelmez.
Elit zapt ve özgürleştirici sanat
Nijeryalı filozof Olúfémi O. Táíwò, günümüz kimlik politikalarının geçmişteki özgürleştirici potansiyellerinin gerisine düşmesini, sürece dahil olan elitlere bağlıyor. Buradaki elitler, popülist liderlerin iddia ettiği gibi bir grup kötücül insan değil; bilginin, ilgi ve dikkatin, değer ve faydanın, kamusal ve finansal kaynakların nasıl dağıtılacağına karar veren, bunu yaparken de önceliği mevcut güç ilişkilerini korumak olan bir sistem. Gerçek bir dönüşüm vaat eden politik mücadeleleri gasp eden bu sistem davranışına verilen adsa, elit zapt. Elit zaptın bir örneği Wall Street yatırım bankaları. Bu bankalar Black Lives Matter mücadelesine yaptıkları büyük bağışlarla takdir toplarken, (özellikle 2008 krizine varan süreçte) uyguladıkları yüksek kazançlı finansal pratiklerin en çok da siyahilerin evlerini, işlerini ve birikimlerini yitirmelerine yol açtığı gerçeği sorgulanmadan ve değişmeden kalıyor.
Elit zapt riskinin Akademi’de de işlediğini iddia etmek için henüz erken. Yeni standartların mevcut güç ilişkilerini bozguna uğratıp uğratmadığını ya da sanat ve sanatçılar üzerindeki özgürleştirici etkisini yaşayarak göreceğiz. “Sanat, işlenmemiş bir suçtur” der Theodor Adorno. Bu beklenti ne kadar gerçekçi bilinmez ama Hollywood’dan “çok daha büyük suçlar işlemeyen” bir sanat icrası umuyoruz.