Yaratıcılığın İzinde’nin Mayıs konuğu moda tasarımcısı Arzu Kaprol.
“Gelenek çözümlenip tamamlandı, benim buradaki varlığım bir başkalık yaratmalı.” İşte bu yüzden Arzu Kaprol tasarımları ve performansları, bugünden geleceğe dürbünle bakmak gibi. Kaprol’un gelecek hikâyelerini kendisinden dinledik.
Tasarım, performans, dijital, Ar-Ge… aynı çerçeve içinde kullanılan kelimeler. Bugün moda tasarımcılarının üretim süreçlerinde hesaba katmaları gereken birçok farklı boyut var. Tasarımcılar için bu pratik nasıl değişti, nasıl değişmeli?
Böyle bir zorunluluk olduğunu düşünmüyorum ama ben bunu yeni bir oyuncak gibi görmeye çalışıyorum. Çünkü geldiğim sektör ve alan her şeyin elle yapıldığı, insan emeğinin yoğun olduğu bir alan. Konfeksiyonda bir otomasyondan bahsetmiyoruz. Birileri kesiyor, birileri dikiyor. İşte o yolculukta –couture koleksiyonlarını yaptıktan önce ve sonra- hep bir sonraki adımı sorguluyorsunuz. Buna tasarım egosu, tasarımcı endişesi, yaratma cesareti, yaratma gücü ya da yaratma sorunu diyebiliriz.
Bu benim hayatıma ilk olarak tekstil teknolojileriyle girdi. Kumaşın üzerine yapılan finisajlar, kimyasal elementler, nanoteknoloji vesaire, daha konvansiyonel bir tekstil üretiminin devam ettiği noktadaydık; ancak yıllar içinde yaptığım tasarımları teknolojik olarak nasıl ifade edeceğimi çözdüm. Sonrasında 3D yazıcılar, hologram gibi teknolojilerin hayal ettiklerimle birleşmesi -ve yolumun performans alanında Mercan Dede’yle kesişmesi- ifade dilimi çok zenginleştirdi. Tüm bunlardan çok büyük haz alıyorum. Yaptığımız son şovda, 3D yazıcıyla yapılmış bir kıyafetin üzerinde 2 bin 500 desen gösterdik. Bunu hangi defilede, nasıl yapabiliriz bilmiyorum.
Tasarımın performansa nasıl yansıtılacağı, tasarımın kendisini şekillendiriyor mu?
Tasarımın bir parametresi var. Bu da oturup yazmak dışında, kendi içinizde çözümlediğiniz bir şey. Yani o süreç domino taşlarından oluşan bir çözümleme süreci. Bende konu şöyle yürüyor; önce koleksiyonun ismi çıkıyor, sonra felsefesi, yaklaşımı doğuyor. Bir sorunu çözümleme hali başlıyor. Aslında bir hikâyeyi görsellikle örüyorum diyebilirim.
Her koleksiyonun farklı bir hikâyesi var. Peki, bu hikâyeleri son kullanıcıya geçirmek nasıl mümkün oluyor?
Bu, benim çoğu zaman üzerine düşündüğüm ve kaygı duyduğum bir konu. Çünkü son tüketici bunu bilmek zorunda mı, bilmiyorum. O benim kendi yolculuğum. Oysa nihai tüketiciyle ilişkim, o ürünü giymeleriyle ilgili. O süreçte çok dramatik, eğlenceli ya da hüzünlü hikâyeler de olabilir. Nihai tüketicinin bununla çok da ilgilendiğinden emin değilim.
Sizce kopyalanabilir olmamak mümkün mü?
Böyle bir şey mümkün mü bilmiyorum ama benim için önemli olan şu; her kıyafetin içinde parmak izim var. Yine tasarımların içinde yer alan saadet düğümünün benim için bir hikâyesi ve anlamı var. Eski Osmanlı sikkeleri üzerinde yer alan bu bereket sembolü, çok kültürlülüğü ve çok katmanlılığı anlatıyor. Bir ceketime baktığınız zaman çok modern ve bugüne dair bir form olduğunu düşünebilirsiniz ancak nasıl ki benim içimde bu çok katmanlılık var, kıyafetlerimin içinde de bu var. Bu, nihai tüketiciye ulaşıyor mu bilmiyorum ama bu zaten onun sorumluluğu.
Parmak izinin bir hikâyesi var mı?
Evet. Bildiğiniz gibi Paris Moda Haftası bir federasyon tarafından yapılıyor ve resmî takvimde yer almanız için bu federasyonun sizi davet etmesi gerekiyor. Paris Moda Haftası’na ilk davet edildiğimde, bana kapanış gününde Louis Vuitton ve Miu Miu’nun arasındaki bir saat dilimi verilmişti.
Şov çok keyifliydi, sonrasında federasyon başkanı geldi, tebrik etti. Sabah kalktığımda ise basında neler çıktığına baktım. Assosiated Press’in Paris Moda Haftası’nı takip eden bir editörü var. Her gün için ayrı bir rapor yazıyor. Benimle ilgili olan kısımda şöyle yazıyordu; “Türklerin gurur duyduğu genç tasarımcı Arzu Kaprol’un Paris başlangıcı bir tür doğal felaketti. Aksesuarların üzerindeki parmak izleri görülmeyecek gibi değildi. Ve bu söylediğim, size minör bir hata gibi gelse de, büyükler liginde defile yapıyorsanız bu tür ‘minör’ hatalara dikkat edeceksiniz.”
Çok ciddi bir depresyona girdim. Bir tarafınız, nasıl bu kadar özensiz davranırım diye düşünüyor, diğer tarafınız ama tek bir kıyafetten bile bahsetmiyor diyor. Kendinizi acayip haksızlığa uğramış hissediyorsunuz; ama haksızlığa malzeme vermiş olmayı da kabullenmeniz lazım. Elime iki ay kalem alamadım. Karanlık bir dönemdi. Sonra bir sabah uyandım, ofise gittim ve parmak izimi taratarak bu deseni yaptık. Bir sonraki koleksiyonu da bunun üzerine kurduk.
Paris Moda Haftası’nda yine aynı saat aralığında defile yapıyordum. Aynı editör gelmişti. Ertesi gün haberi açtığımda başlık şöyleydi: “The bad, the good, the ugly.” Kendi kendime dedim ki; Allah’ım ben acaba hangisiyim. Yazıda benimle ilgili olarak şöyle diyordu; “Arzu Kaprol hatalarını yaratıcılığa çevirebilen bir tasarımcı ve sanıyorum ki, bu yüzden onu uzun zaman görmeye devam edeceğiz.” O günden sonra bu parmak izini, bana bir şeyleri hatırlatması için tasarımlarımın içine koyuyorum.
Tasarımlarınız geleceğe referans veriyor. Bu konuya geçmeden önce, sizin geleceği nasıl bir yer olarak hayal ettiğinizi merak ediyorum.
Mercan Dede’nin çok sevdiğim bir sözü var: “Aslında zaman geçmiyor; zaman duruyor, biz içinden geçiyoruz.” Gelecek benim için, belki de yaratılmamış olan. Benim katkı sağlayabileceğim bir bakış açısı. Geleneksel bir tasarımcı değilim. Geleneğe inanıyorum; ama geleneğin çözümlenip tamamlandığına, benim buradaki varlığımın başka bir önerme olması, bir başkalık yaratması gerektiğine inanıyorum. Benim yapmaya çalıştığım şey zamansızlık. Bundan beş sene önceki ya da on sene sonraki koleksiyonu da zamandan bağımsız olarak kullanabilmeniz.
Bana kalırsa tasarım sürecinde geçmişten ilham almakla, -sizin yaptığınız gibi- geleceği ve geleceğin kıyafetlerini tasarlamak arasında ciddi bir zihinsel emek farkı var. Zira geçmiş orada, Ar-Ge’ye muhtaç bir alan değil. Ancak gelecek şekillendirilmeye muhtaç. Ne düşünüyorsunuz?
Söylediğinize katılıyorum. Dün dünde kaldı, bugün yeni bir şey söylemek lazım. Geçmişi aynı haliyle ısıtarak sunmayı doğru bulmuyorum. Öyle olduğu zaman, var olma sebebini sorguluyorum. Ama bir yandan baktığınızda da, moda etkiye çok açık bir alan. Örneğin, toplumsal olaylarla çok büyük etkileşim içerisinde. 2000’le birlikte Milenyum ve uzay modası gibi bir yaklaşım hakim oldu; 11 Eylül’le birlikte ise çok önemli bir şey değişti: Yarına güven kayboldu. Ve geleceğe dair bir endişe duyuyorsanız geçmişe dönüyorsunuz. Bu yüzden vintage çıktı. Anneannelerin, annelerin, babaların giydiği o kıyafetler size güven, mutluluk ve sağlamlık hissi veriyorsa, bu bir tutunma çabasıdır.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.