MediaCat

“Mahcubiyetlerimden de çok şey öğrendim”

Murathan Mungan ile sanata, yeteneğe ve pişmanlıklara yolculuk.

“Mahcubiyetlerimden de çok şey öğrendim”

Brand Week Istanbul sahnesi bu yıl Türkiye edebiyat dünyasının önemli isimlerinden Murathan Mungan’ı ağırladı. “Kendine Ait Bir Zaman: Ömürden Hayat Yapmanın Yolları” isimli konuşması vesilesiyle bir araya geldiğimiz yazarla sohbet etme fırsatını kaçırmadık.

Eski bir söyleşinizde, kültürel anlamda bölünebilirliği sanatçıyı bütünleyen bir mefhum olarak gördüğünüzü ve Türkiye’deki çoğu sanatçının en önemli sorununun çapraz ateş altında kalmak olduğunu söylüyorsunuz. Nasıl bir bölünme bu?

Çok klişeleşmiş bir metafor vardır ya, Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında köprü olması meselesi. Jeopolitik ve konjonktürel durumumuz bizi hem Doğu hem Batı kültürlerine aynı açıklıkta tutuyor. Bu da durumla baş edemeyenler için bir “courant d’air” yaratıyor. Cumhuriyet dönemiyle başlayan hızlandırılmış bir Batılılaşma projesi var. Bu, Tanzimat Fermanı’na kadar giden bir Batılılaşma süreci ama Cumhuriyet ile artık hükümlere bağlanıyor, yerleşiklik kazanıyor.

Ben bunun, bu topraklarda yaşayanlar için hem avantaj hem de dezavantaj olduğunu düşünüyorum. Eğer iki taraftan da yararlanıp şahsi temalarınızla, şahsi dünyalarınızla kişisel bir evren yaratabiliyorsanız, büyük zenginlik. Ama baş edemiyorsanız, altında kalıyorsanız, bu sizi serseme çeviriyorsa bir bölünme yaratıyor. Bu bölünme sağlıklı bir bölünme değil.

Sahnedeki konuşmanızda da bu konuya değindiniz aslında.

İyi bir sanatçının tüm zamanların malzemesiyle doğrudan ve sağlam bir ilişki kurması gerektiğini düşünüyorum. Ve şu da var, mesela ben pek çok Alman yazar ismi sayabiliyorum ama herhangi bir Alman, Fransız, İtalyan yazarın tanıdığı Türk yazar sayısı çok azdır. Bu bizim kültürel anlamda periferide durmamızla alakalı ama buna takılmamak gerektiğini düşünüyorum. Biz bütün antenlerimizi, reseptörlerimizi Doğu ile Batı’nın farklı kültürlerine açık tutarak o keyiflerden yararlanabileceğimiz şanslı bir yerde duruyoruz. Akıllıysanız, bu şansı çok büyük bir avantaja dönüştürebilirsiniz. Müzikte, sinemada, edebiyatta… bu coğrafi kavşak aslında çok kıymetli.

Hem Osmanlı’dan hem Avrupa tarihinin çeşitli dönemlerinden yararlanabilmekteki esneklik, yeni şeylerin ortaya çıkmasına daha çok müsaade ediyor. Esnek bir kültür. Yeterince yararlanıyor mu Türkiye coğrafyası, onu bilemiyorum. Ben kendi payıma, kendi dünyam için işime yarayan, öğrendiğim şeyleri bünyeme katmakta ve hemhal etmekte bir beis görmüyorum. Zenginleştirici buluyorum bunu.

Yetenek meselesi yaratıcı sektörlerin sıcak konu başlıklarından. Öte yandan kavramın tanımında bazen uzlaşmazlığa düşülebiliyor. Siz yeteneği nasıl tanımlıyorsunuz?

Önce bazı doğruları saptamakta yarar var. O ya da bu nedenle, isterseniz tabiat vergisi deyin isterseniz Allah vergisi deyin, yetenek diye bir şey var. Her şeyi rasyonalize etmeye, mantıkla açıklamaya, şartlara indirgemeye çalışan kafa, yeteneğin çok da önemli olmadığını, önemli olanın çalışmak olduğunu fazla dayatmaya başladı.

Basit şeylerden başlayalım, Mozart beş yaşındayken o işleri nasıl yaptı? Ya da Mısır hiyerogliflerini 13 yaşında çözen biri… Açıklayamadığımız, bilmediğimiz; genetik haritayla, tabiatın ya da biyolojinin bilmediğimiz gülümsemeleriyle bazı insanlara bahşedilmiş bir şey yetenek. Müzik kulağınız ya vardır ya yoktur, edinemezsiniz. Dil duygusu da öyle bir şey benim için.

Meskalin 60 Draje kitabımda “Yetenek bakım ister” diye bir yazım var. Yetenek; bahşedilmiş, bağışlanmış ama beslenmesi, bakılması, geliştirilmesi de gereken bir şey. Körelebilir. Özellikle müzikte çok görürüm, bir dönem arka arkaya besteler yapmış müzisyenler var, birdenbire nefesleri kesiliyor. Yeteneklerine ne oluyor bilmiyorum, yani sanat söz konusu olduğu zaman her şeyi fizik, kimya kanunları gibi açıklamaya çalışanlara açıkçası gülümsüyorum.

Bilmediğimiz şeyler, bildiğimiz şeyler kadar var. Nasıl oluyor da biri çok iyi şiir yazarken diğeri yazamıyor? Onun arkasında tabii hem kişisel hem toplumsal bir kronoloji var. Oyunculuk için de böyle… “Nasıl olsa çok yetenekliyim, oynarım, eğitim almama gerek yok” diyen oyunculara da gülümsüyorum.

Bu durum yazarlık için de geçerli olsa gerek.

Eğitim ya da yaratıcı yazarlık kurslarıyla yazar olunmuyor. Yazar olunmaz ama yazar hamurunuz, yazar kumaşınız varsa size daha iyi yazdırır, size zaman kazandırır. Size teknik öğretir. Yani kültürel eğitim dediğimiz şey, aslında sizde var olanın daha iyi gelişmesi, biçim kazanması için vardır. Yoksa yeteneğin inkârı da her şeyi çalışmakla açıklamak da ya da “Zaten yetenekliyim elimin tersiyle yaparım” demek de… hepsi çıkmaz sokak. Bunlar, hayatı diyalektik bir bütün olarak göremeyenlerin, neden-sonuç ilişkisi kuramayanların, zihinsel süreklilik sağlayamayanların günü kurtardıkları cümleler benim için.

Konuşmanızda kurduğunuz “Zamanla yüzleşmek, yüzleşme çeşitlerinin en zorlarından biridir; belki de en zorudur” cümlesi bana, kendi zamanım ile yüzleştiğim her seferde en çok pişmanlık anlarımda durakladığımı düşündürdü. Zamanı pişmanlıklara içkin yorumlayan benim gibi pek çok insan olduğuna inanıyorum. Pişmanlıklarla erozyona uğrayan zaman, neyle ve nasıl yeşertilebilir sizce?

Öncelikle, hata yapmaktan da pişman olmaktan da çekinmemek, korkmamak gerekiyor. Bunların hepsi büyüme belirtileri. Toyluk zamanlarında duyup okuduğunuz bazı fiyakalı laflar vardır, “Hayatımda hiç pişmanlık duyacak bir şey yapmadım” derler mesela. Ona hayat mı denir? Kendimle ilgili, söyleşilerde de dile getirdiğim, bir şey var: Ben mahcubiyetlerimden de çok şey öğrendim. Burada asıl kıymetli olan mahcup olabilmek. Yaptığınız hatayı üstlenebilmek.

Yalnız bunları mistifiye etmemek lazım. Her şeyi ah vah’a dönüştüren bir kültürde yaşadığımız için, kişinin kendine karşı daha nesnel olması gerekiyor, arkada bırakılması gereken şeyler var. Biz büyüme evrelerini kabul edemiyoruz. Asıl kötü olan, yaptığı şeylerden hâlâ pişmanlık duymayanlar. Pişman olmak aynı zamanda daha iyi bir insan olmaya giden de bir şey. Kendinden yeni biri yapmaya çalışan kişilerin, bu tür sarsıntılarda bozguna uğramaması gerekiyor.

Uzak açı, kişinin kendine uzak açısı benim hep önemsediğim bir şeydir. Eğer kendinize karşı bir uzak açınız varsa, kendinize aynı zamanda nesnel bir gözle bakabiliyorsanız –bir tür yabancılaşma bu ama onu sağlayabiiyorsanız– bunları büyütmeden, melodramatik unsurlara dönüştürmeden hayatınız için daha kullanışlı hâle getirebilirsiniz. Aslında, bütün öğrenmelerin hayatta yaradığı tek şey şudur: Hayatımızı daha kullanışlı hâle getirmek. Kendimizi yıpratmadan… Yani öğrenmekten korkmayanlar pişmanlıklardan da korkmazlar. Yeni bir şey öğrenmek, zihin konforunun bozulması… bütün bunları göze alan kişiler sizin demin sözünü ettiğiniz deneyimlerin daha rahat üstesinden gelirler.

Bir tek, konuşmamda da dile getirdiğim gibi, zamanla yüzleşmenin zemininde geçici olmanın bilinci var. Geçici olmanın bilgisini her bünye kaldıramıyor, frustrasyona uğruyor. Kaybolma korkusu var, insanların çoğunun aslında din diye inandığı şeyin büyük kısmı ölüm korkusuna sarılma. Bazen de prova yaparız, yanlışlar bazı şeyleri daha doğru yapmamız için provadır. Sahnede yaptığımız prova gibidir. Bu tür durumlardaki temel yaşama korkusu çok engelleyicidir. Hata yapmamaya özen göstermek kıymetli bir şey ama hata yapma korkusu uğruna hayatı feda etmek daha tehlikeli bir şey.

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.