BluTV’ye özel yeni dizisi Yeşilçam’da kurduğu dünyayı ve sinemanın içinden geçtiği dönüşüm sürecine bakışını Çağan Irmak’tan dinledik.
Merakla beklenen, dijitale özel ilk dizisi Yeşilçam’ın hikâyesini dinlemek için bir araya geldiğimiz Çağan Irmak’la dönem işi yapmaya, içerik tüketiminde meydana gelen mecra bazlı dönüşümlere ve bu dönüşümler karşısında dimağ olarak genç kalabilmenin önemine dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Açıkçası bu yıl aklımda yeni bir iş yapmak yoktu. Fakat BluTV’den gelen senaryoyu okurken o kadar keyif aldım ki sırf bu proje için Ege’den İstanbul’a döndüm. Levent Cantek ve Volkan Sümbül’ün kaleminden çıkan bir iş Yeşilçam. Merkezine Semih Ateş karakterini alarak, yapımcıların kendi içlerindeki savaşları, var olma mücadelelerini, batıp çıkmalarını anlatan; aldatmanın, aldatılmanın, zalim olmanın, âşık olmanın, ünlü olmanın ve var olan ününü yitirmemeye çalışmanın hikâyesi…
Dönem işleri yapsam da hiçbir zaman geçmişe “ah o günler…” hissiyatıyla yaklaşmadım. Çay, soba, kartpostal edebiyatının fazla yüceltildiğini düşünüyorum. Geçmişin de bugün gibi zor zamanları oldu. Ben hep bugünde olmayı, geçmişe bugünün gözüyle bakmayı sevdim. Bu, Yeşilçam’da da böyle oldu. Sonuçta da ortaya hem seyir zevki yüksek bir iş çıktı hem de sinema nereden nereye gelmiş, nerelerde hata yapmışız bunları görmek keyifli olacak diye düşünüyorum.
Yeşilçam tabii ki sevdiğimiz, beslendiğimiz bir dönem ama gözü kapalı bir aşkla anlatmak hata olurdu diye düşünüyorum. Bugün, o günleri yaratmak için bir şeyleri stüdyolarda var etmeye çalışıyoruz. Dünyanın her yerinde o dönemlerde stüdyolar, film platoları kurulmuşken, Türk sinemasının en çok para kazandığı dönemde birilerinin çıkıp da işimizi kolaylaştıracak bir stüdyo kurmamış olması eleştirdiğim bir konu mesela. İstanbul’da herhangi bir sokakta, değil 60’ları çekmek; 90’ları, 00’leri bile çekemiyorsunuz. Çünkü sürekli değişen, yamalanan, hırpalanan, düzeltilmeye çalışılan bir şehir var ortada. Bu yüzden çekim aşamasında her şeyi sıfırdan inşa ettik. Boş evler kiraladık, buraları karakterlerin ruhuna uygun olarak yeniden düzenledik. İzmit’te, İstanbul’da platolarda çalıştık. Bu da diziye kendine has bir renk ve doku kattı.
Bugün maalesef Yeşilçam denince seyircinin aklına 10 günde, hızlıca çekiliveren filmler geliyor. Evet, Yeşilçam’ın böyle dönemleri var ama 70’lerden sonrası aslında. 60’lar, 50’ler ve hatta 40’lara dönüp baktığınızda, özellikle 60’larda yönetmen sinemasının başlangıcını görüyorsunuz. Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Lütfi Akad, Metin Erksan, Memduh Ün… O döneme öncülük eden isimler bunlar. İşçiliğiyle İtalya ve Fransa sinemasına öykünen, ciddi hikâyelerin anlatıldığı çok güzel filmler yapmışlar. Fakat biz çocukluğumuzda Yeşilçam’ı TRT’den tanıdık. TRT’de ise cumartesi geceleri, bu işin tabiri caizse çok daha ucuzları gösterilirdi halka. O dönemde yapılan siyasal çağrışımlı, politik altyapılı filmler seyirciye pek ulaşmadı mesela. Bu da özellikle genç kuşakta kötü bir Yeşilçam algısı yarattı. Oysa neredeyse dünyanın ilk kadın yönetmeni, Cahide Sorku bizden çıkmış bir isim…
Hem daha korunaklı hem daha özgür bir mecra olduğu için dijitale iş yapmak ayrı bir keyif. Anlatmak istediklerinizi zevkle ve her enstrümanı kullanarak anlatabiliyorsunuz. Tabii işin bütün dinamikleri değişiyor. Daha kısa sürede, daha çok yoğunlaşarak, bir taraftan kendi imzanızı da kaybetmeden seyirciye kaliteli bir iş sunuyorsunuz. Televizyondaki süre baskısı da yok tabii. Keşke süreler anaakım televizyonda da aynı noktada olsa. Belki bütçeler küçülecek ama hepimiz bunu kabul etmeye istekliyiz. Hikâyeyi gerçekçi kılan unsurlardan biri anlatıldığı süre. Bir sinema filmini düşünün. “Evet, bitti” dediğiniz noktada bitmesi gerekir. Saatlerin yerine oturması için o filmi uzatmanıza gerek yoktur. Bu yüzden 70 dakikalık sinema filmi de var, 120 dakikalık da… Sağlıklı olan, hikâye neyi gerektiriyorsa onu yapmak aslında.
“Hocam çok hızlısın, sana yetişemiyoruz” diyorlar. Sanırım setteki her şeyi kontrol etmeyi sevmemden kaynaklanıyor bu. Çok konuşuyorum. Hiç kimsenin aklında çekeceğimiz sahneyle ilgili tek bir soru işareti kalmayana dek her şeyi anlatıyorum. Bir yönetmen filmini herkesten önce kafasında seyretmeli diye düşünüyorum. Sette de aslında kafamda kurduğum sahneyi oyunculara, set ekibine tekrar tekrar anlatarak önceden seyrettiriyorum. Genelde monitörden film çekmem, katılımcı olmayı severim. Yürüyen bir oyuncuyla yürürken, koşan bir oyuncuyla koşarken bulabilirsiniz beni. Bunlar elbette film çekmenin bana göre doğruları. Hepimiz zaman içerisinde deneyerek, öğrenerek buluyoruz kendi doğrularımızı.
Teşekkür ederim bu soru için. Şunu kesin bir dille ifade etmek isterim ki; ben korkmuyorum. Hiçbir kaygı duymuyorum bu konuyla ilgili. Bir işi ister küçücük bir ekranda izleyin ister sinema perdesinde… O yayının ve seyircinin arasına hiçbir şey giremiyor. Bir kitabı plajda da okusanız, evinizde de okusanız kitapla baş başa olmanıza benziyor bu. Değişen dinamiklerden, seyirciye ulaşma biçiminden tedirgin olanlar elbette vardır, onlara da hak veriyorum. Ama kabuk değiştirmek sinemanın kaderinde var. Kabuk değiştirmeyen sanatlar, insanlıkla birlikte ortaya çıkmış sanatlar. Tiyatro gibi… Evet, başka türlü bir ışığın altında oynanıyor, farklı bir görselle seyirciye ulaşıyor ama özü değişmiyor. Sinema geç bir sanat, kendinden önceki sanatların birleşimi. Televizyonla zaten bir anda evlerimizin içine girmişti. O zaman da bütün sinemacılar korktular ama hiçbir şey değişmedi. Sakin olalım, süreci izleyelim ve elimizdekilerle seyirciyi nasıl yakalayabileceğimize bakalım derim ben.
Bugün genç insanlar öyle güzel şeyler yapıyorlar ki, sizin iki saatlik bir filmde kıvrana kıvrana anlatamadığınız şeyi bir YouTube videosunda beş dakikada anlatabiliyorlar. Buna da saygı duymak lazım. Yaşlanıyoruz ve bunu reddetmek yerine kabul etmek, dimağ olarak genç kalmak önemli. Mesela ben eskiden, bir yönetmen olarak sette öğretici pozisyondayken şimdi daha çok öğrenici pozisyonunda buluyorum kendimi. Benim için müthiş bir keyif bu. Fikirlerimin eskimesinden çekinmek yerine gençlerden öğrenmenin keyfinin üzerine düşmek benim için çok daha kıymetli. Hayat bir oyun, bundan neden gocunalım ki?..
İlgisizliği de tattığımı eklemek isterim. Çok az seyredilen, kişisel filmlerim de oldu. Soruya dönersek, ben maalesef salonlara sırtlarını döneceklerini düşünüyorum. Ama bence tiyatroya, konserlere eskisinden daha büyük bir ilgi gösterecekler. Bunu söylediğim için kızanlar da olacak belki ama, sinemanın birincil ihtiyaçlar listesinde olacağını düşünmüyorum. Ondan önce yaşayacağımız, ertelediğimiz bir hayat var. Bu cümleleri kurmam mesleğimi sevmediğim anlamına gelmiyor. Tam tersine çok seviyorum ama bir o kadar da gerçekçiyim.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.